Bu kitap özeti yazımda, Stefan Zweig’in Mecburiyet kitabı olacak. Ferdinand o sabah yatağından erken saatlerde çıkmıştı. Balkona çıktı ve dışarıyı izlemeye başladı. Aylar önce savaştan kaçıp İsviçre’ye gelmişlerdi. Düşünüyordu acaba bu saatte kendisinden başka uyanık olan var mıydı? Sonra birden aşağıda patika yolda bir hareket görür gibi oldu. Daha dikkatli bakınca onun postacı Nussbaum olduğunu gördü. Postacının hızlı hızlı yürüyerek çantasını öbür tarafa atışına içten içe güldü.
Sonra birden elinde olmadan aşağı indi. Koşarak postacının yanına gitti. “Bana bir şey var mı?” diye sordu. Postacı çantasını karıştırıp ona gelen mektubu buldu ve uzattı. Üzerinde resmi yazan damga vardı. Ferdinand hemen ne olduğunu anladı. Bugününün bir gün geleceğini tahmin ediyordu. Postacı “Resmi olduğu için imza almam gerekiyor.” dedi. İmzayı attı ve evinin yolunu tuttu. Zarfı açtı ve okudu. Birkaç ay önce askere gitmemek için aldığı çürük raporu artık geçerli değildi.
En yakın zamanda konsolosluğa gidip askeri bir hekime muayene olması gerekiyor ve askerliğe elverişliyse hemen vatanına dönmesi gerekiyordu. Bir saat sonra odasına tekrar döndüğünde karısı onu her şeyden habersiz bir buket çiçekle karşıladı. Ferdinand daha sonra atölyesine çıktı. Tuvalinin başına oturdu ama resim yapamıyordu. Gözünün önüne savaştaki cesetler, yaralanmış insanlar geliyordu. Odada bir o yana bir bu yana yürüyüp duruyordu. Kendi kendine gitmek zorunda olmadığını söylüyordu. O bir ressamdı silah tutamazdı. Burada özgürdü. Daha sonra yere çöktü ve çaresizce oturdu. Karısının yanına geldiğini ve ona dokunduğunu hissetti. “Neyin var Ferdinand?“ dedi. Daha sonra ne olduğunu anladı ve “Gitmeyeceksin dimi?” dedi.
Ferdinand buna mecbur olduğunu ve gitmesi gerektiğini söyledi. Kendisi de gitmek istemiyordu ama onların daha güçlü olduğunu ve kendisine istediklerini yaptırabileceğini düşünüyordu. Karısı Paula öyle düşünmüyordu. “Sen özgürsün. Kimse sana istediği bir şeyi yapamaya zorlayamaz. Katil olmaya mecbur değilsin.” Diyordu. Ferdinand da istemiyordu ama iradesini kaybetmişti artık sanki kendisi değil de içindeki bir makine onu yönetiyordu. Sabah kadar ikisi de uyuyamadı. Gün ağarmaya başlayınca Ferdinand hazırlandı ve çıktı. Kendisine engel olamıyordu. Gitti trene bindi. Zürich merkezine gelince taksiye bindi ve konsolosluğun olduğu caddenin adresini verdi.
Artık sanki hiçbir şey onun elinde değildi otomatik bir şekilde oraya doğru gidiyordu. Konsolosluğa vardı. Kapıyı çaldı. Hizmetli kadın gelip kapıyı açtı ve ne istediğini sordu. Ferdinand kekeleyerek “beni çağırmışlar” dedi. Kadın mesai saatinin 10.00-12.00 arası olduğunu söyledi. Saat daha yediydi. Gidip tıraş oldu. Şık görünmek istiyordu eldiven ve baston aldı. Kafasında her şeyi kurmuştu. Gitmesi gerekmediğini açıklayacaktı. Ancak konsoloslukta tanıdık ataşenin yanına vardığında her şeyi unutmuştu. Adam kağıtları verdi. Ferdinand hiçbir şey diyemedi ve teşekkür edip çıktı. Eve vardığında karısı onu bekliyordu. Ona çok kızgındı. “Senin korkak bir aciz gibi davranmanı istemiyorum.” diyordu.
Giderse onu terk edeceğini söyledi. Ferdinand odasına gitti ve elinde olmadan çantasını hazırladığını gördü. Karsı gelip onu gördüğünde sinirlendi ve geri çıktı. Sabah uyandığında evde kimsenin olmadığını gördü. Köpeği bile yoktu. Tren garına gittiğinde Paula’nın orada olduğunu gördü. Tartıştılar Paula Ferdinand’ın çantasını aldı ve Ferdinand’a vermedi. Çanta için kavga ediyorlardı. Herkes onlara gülüyordu. “Kaç kaç kurtul bu kadından. Seni dövecek.” diyorlardı. Trenin zili çalınca Ferdinand çantayı almadan birden koşarak kompartımana girdi. Dışarıya bakmaya utandı.
Artık hiçbir şey onun iradesinde değildi. Sınıra vardığında aktarma yapıp başka trenle ülkesine gitmesi gerekiyordu. O sırada Almanya’dan gelen trenden müzik sesleri duyuldu. Fransa’nın, düşmanın milli marşıydı. Trenden inen yaralı askerlere baktı. Herkes İsviçre Tanrı’ya şükürler olsun diyordu. Savaştan kurtuldukları için çok mutlulardı. O sırada her şey dank etti. İnsanlara bunu yapmak istemiyordu ve kimse ona zorla bunu yaptıramazdı. Artık içindeki o makine değil de kendi gücünü hissediyordu.
Hiç bir şey için geç değildi. Geri giden trene binebilirdi. İçindeki güçle hareket ederek hemen geri giden trene atladı ve evine döndü karısının resimlerini odaya taşıdığını gördü ve onlarla oturuyordu. Karısına sarıldı. İkisinin yüreği de yasalardan kurtulmuş sonsuz özgürlüğün içinde uçuyordu.