Ana Sayfaİnceleyip ÖğrenSosyolojik Bir Fenomen Olarak Din

Sosyolojik Bir Fenomen Olarak Din

Bilindiği üzere, Tanrı inancı ruhumuzun derinliklerinde yer bulan manevi bir olgudur ve kişinin farklı bireysel nitelikleri sebebiyle öznellik arz eder. Din ise, bir anlamda belirli bir inanç formunun ve beraberinde sunulan sosyal yaşam tarzı ve ideolojik bir görüşün, topluluklar tarafından kabul görür hale gelebilmesi için, bazı ibadet kalıpları ve belli ritüellerle donatılmak suretiyle, bireysellikten çıkarılıp toplumlara mal edilmesini sağlayan çok özel bir kurumdur.

inanç

Bireysel ya da daha doğru deyişle içsel inanış, ne kadar saf ve ruhani bir maneviyat içeriyor ve ruhumuza barışı ve sevgiyi getiriyorsa; din de çok daha rijit öğretileriyle, varlığı şüpheli bir takım batıl ‘kült’leriyle ve ibadet kalıplarının saf ‘inanış’tan daha önemli ve öncelikli olduğu öngörüsüyle, inancı adeta siyasi ve sosyolojik bir doktrinin içine hapsetmeye çalışır gibidir. Dinler hep vardı ve hep olacaktır. Çünkü türümüzde, hemen her olguyu sosyalize etmeye meyilli genetik bir yapılanma söz konusudur. Aşk ve cinsellik evlilikle; üreme ve korunma güdüsü aile ile; savunma ve öldürme vatan, ulus, bayrak gibi değerlerle; inanç olgusu ise dinle sosyalleşmiştir.

Bu makalede, sosyolojik bir unsur olarak din olgusunun nerede durduğunu ve gerçekte varlık sebebinin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.

‘Devlet, siyaset, iktidar gibi olgular neden varsa, din de o yüzden var’ demek çok da yanlış olmayacaktır sanırım. Din, insanları belirli bir amaç için bir arada tutmak, kutsal bir misyonu yerine getirme amacıyla işbirliği içinde çalışmalarını sağlamak, yani kısacası onları bir bütünün parçalarıymışcasına yönlendirip yönetebilmek için vardır diyebiliriz. (‘İnanç’tan değil, ‘din’ kavramından bahsettiğime özellikle dikkat çekmek isterim.)

Şimdi çoğu okurun “Tüm bunları gerçekleştirmek için ihtiyaç duyacağımız şeyler arasında din, ancak son sıralarda yer alır” dediğini duyar gibiyim. Ancak, büyük kadim dinlerin yeni yeni ortaya çıkmaya başladığı dönemlerde, bu iş hiç de kolay değildi. İnsanlık, toplumsal ve sosyal hayatın içinde, bugünküne kıyasla çok daha barbar ve çok daha uzlaşıdan uzak bir tutum içerisindeydi. Şiddet, hırsızlık, tecavüz, fuhuş, ensest ilişkiler, eşcinsel ilişkiler, işkence ve daha bir çok ahlak dışı fiilleri, toplumun içinden kazıyıp temizlemek hiç de kolay iş değildi.

İşte dünya üzerindeki dinlerin çoğu, insanların yaşadığı, şiddet içeren, insanlıktan ve adaletten yoksun hayatlarını, güvenilir, düzenli ve adil bir hale getirmek için ortaya çıkmış ve yüzyıllar boyunca, sayıca artan koşul ve kurallarıyla günümüze kadar varlıklarını korumayı başardılar. Ancak, vicdani bir olgunun kurallara bağlanıyor oluşu, beraberinde başka sorunları da getirmişti. Zira, ruhumuzda binlerce yıldır sevgi ve merhamet kaynağı olarak yaşattığımız Yüce Tanrı, bu dinlerin öğretilerine göre, aslında yerine göre kızabilen, ceza veren ve hatta ‘helak eden’ bir Tanrı olarak öğretildi. Bütün bunlar inancın temel değerlerini derinden değiştirdi ve Tanrı inancını aynı zamanda korkulması gereken bir olgu haline getirdi. Eminim ki okurlar bu savımın doğru olmadığını iddia edecek ve şiddetle karşı çıkacaklardır. Ama unutmayın ki bahsettiğim dönemler, sağ duyunun yavaş yavaş hakim olmaya başladığı, insanların sorgulamaksızın inanmayı artık bir kenara bırakmaya başladığı içinde bulunduğumuz yıllar değil, kadim dinlerin sosyal yaşam içindeki etki ve işlevlerinin çok daha etkili olduğu antik dönemlerdi.

Dinlerin ortaya çıktıkları ilk zamanlarda hedeflenen uhrevi amaçlar göz önüne alındığında, bugün varılan sonuç gerçek bir ironidir. Zira, aynı nihai amaçlarla kurulup kabul gören büyük dinlerin kısa zaman sonra birbirlerine düşman olduğu, ümmetlerinin bütünüyle olmasa da çoğunluğuyla birbirlerinden nefret eder hale geldiği, yüzyıllarca süren din savaşlarında onbinlerce insanın vahşice katledildiği, sözde muhalif bir din rejimini ortadan kaldırma adına ulusların, kültürlerin ve dolayısıyla medeniyet tarihinin yok olmasına çanak tutulduğu, tarih boyunca ibretle izlendi.

haçlı seferleri

Ne yazık ki dinler, ya da bazılarının dediği üzere, insanlığın yanlış yorumladığı dinler, yüzyıllar boyunca, insanlık adına hemen her şeyi ayrıştırma eğiliminde oldular. Bu beklenmeyen ironik sonuçlar, dinlerin sosyal anlamdaki patolojik etkileriydi. Hristiyanlar haçlı seferleri adı altında, sözde kutsal toprakları kurtarma misyonunu yüklenerek, Anadolu’nun çeşitli yerlerine ve Kudüs’e onbinlerce askerden oluşan devasa ordularla saldırırken, Osmanlı Hanedanı da boş durmadı ve hak dini islamı yayma isteğiyle Anadolu ve İstanbul’a, hatta ilerleyen yüzyıllarda Avrupa’nın içlerine kadar girdi ve buraları imparatorluk topraklarına kattı. Her iki taraf da, bir diğer dini batıl, kendininkini ise hak dini olarak görmekteydi. Bu akın ve seferlerin sonunda ortaya çıkan bilanço çok ağırdı. Katledilen onbinlerce masum insan, talan edilen topraklar, yok edilen kültürler ve daha da güçlenen toplumsal nefret duyguları. Siz, kazanan taraf olarak savaşı ‘fetih’ diye adlandırırken, karşı taraf mağlubiyeti ‘işgal’ olarak tanımladı. Yani taraflar yanılmıştı, kazanan ya da kaybeden yoktu. Onun yerine zalim ya da mağdur vardı. Onbinlerce masum insanın kanının akıtıldığı bu savaşlarda dinler her daim, akıncılar gibi savaş meydanlarına ön saflardan sürüldü.

Yeryüzündeki en etkin siyasi sınırlar dini sınırlardır. İnsanları, ulusları ayrıştıran sınırlar içerisinde, ortak tarihsel birliktelik, siyasi rejim ortaklığı, kapital rejimlerin benzerliği ya da etnik köken uyumu gibi pek çok ayırıcı niteliğin hiçbirisi, ortak din birlikteliğinin neden olduğu ayrımcılık kadar etkili olamamıştır. Bu etki, içinde bulunduğumuz yeni milenyum döneminde bile halen süregelmektedir.

Avrupa Birliği

Geçtiğimiz yüzyılda iki büyük cihan savaşına şahit olan ve birbirlerini ölümcül savaşlarla yıkıp geçen Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliği adı altında büyük bir Hristiyan din birliği kurdular. Bu oluşum kendi içinde, Anglo-Sakson, Slav, Baltık, Balkan, Endülüs gibi çok farklı bölge, kültür ve yaşam biçimlerini barındırıyor olmasına rağmen, bu uluslar aynı sınırlar içinde kendi varlıklarını sürdürebildi ve global bir kültürün parçası haline gelmeyi başardı. Ekonomik bir işbirliği topluluğu gibi tanımlansa da, AB aslında bir din birliğiydi. Avrupa Birliği belki de bir büyük dinin toplumsal uzlaşıyı sağlayabildiği ilk ve tek başarılı girişimdi.

Şimdi dilerseniz biraz da, dinin sosyal yaşantımızı nasıl etkilediğini anlamaya çalışalım. Dinler ne yazık ki içimizdeki kötü adamı yok etmeyi ya da en azından onu kontrol altında tutmayı başaramadılar. Tabi ki, insanların tamamını ‘kötü’ olarak nitelemek hiç de gerçekçi bir yaklaşım değil. Ama şunun farkındayım ki, çoğumuzun içindeki din olgusu, yalnızca sanal bir biliş yığını olarak hafızamızda belli bir yer işgal etmekle yetinirken, hızlı günlük yaşantımızdaki dünyevi değerlerle çelişiyor ve inancımızın gerçek ışıltısının kendimize ve çevremize yansıtılmasına izin vermiyor.

Bu çelişkili duruma, örneğin İslamın penceresinden bakacak olursak, insanların hatrı sayılır bir kısmının, hükmolunan ibadetler içinden, çevredeki diğer kişilere sunulabilir nitelikte olan ibadetleri tercih ettiklerini teessürle fark ederiz. Bu tercih edilen ibadetler de, şekil itibarı ile titizlikle yerine getirilirken, ibadetin özünün ve gerçek amacının göz ardı edildiği, hatta günlük hayattaki etik dışı davranış ve söylemlerde herhangi bir iyileşmeye bile lüzum görülmediği anlaşılmaktadır. Şöyle ki:

Ülkemizde, İslamın şartlarından biri olan oruç ibadetini yerine getiren müslümanların oranı % 83,4 gibi büyük bir rakamdır. Oysa, kutsal kitapta sıkça tekrarlanan ve ulemalarca da en önemli ibadet olduğu kabul edilen ‘namaz kılma ibadeti’nde bu oran % 42,5 gibi çok anlamlı bir fark göstermektedir. Öte yandan, namaz kılan kadınların oranı, erkeklerin hayli üzerinde olmasına rağmen, cuma namazını sürekli kılan erkek müslümanların oranı % 57,4 ile belirgin bir artış göstermektedir. (DİB’nin 2014 yılı araştırmasından alınmıştır.) Bu rakamlar şöyle yorumlanabilir: Bir dine mensup inananların çoğu, emrolunan ibadetler için önem/öncelik tercihi yapabilmektedir. Örneğin hiç namaz kılmayan bir Müslüman kadın, orucunu hiç eksiksiz tutabilmektedir. Benzer şekilde, hiç bir vakit namazını kılmayan Müslüman bir erkeğin, tüm cuma namazlarını eksiksiz, atlamadan yerine getirdiği sıkça rastlanan bir durumdur. Dikkat çekici bir şekilde, toplulukla yapılan ibadetlerin seçimlik hale geldiği görülmektedir. Yani, çok genelleyemesek bile, çoğu insanın sosyalleşme izleri taşıyan, kendilerini dahil edebildikleri toplu ibadetleri daha çok tercih ettikleri görülmektedir.

Bu insanların çoğu tabi ki, yürekleriyle inanan gerçek dindarlardır. Ama dört duvar arasında kimseler görmeden namaz ibadetini yerine getiren Müslüman sayısıyla, gün boyu “niyetli misin?” sorularını mutluluk ve içtenlikle cevaplayan oruçlu kişilerin sayısı arasındaki bu ciddi fark, sizce de manidar değil mi?

Dahası, ne yazık ki, oruç tutan Müslümanların çoğunda, gün boyu ibadet ediyor olmanın verdiği o huşu hissini pek göremeyiz nedense. Hatta, insanların daha asabi, daha hoşgörüsüz, daha telaşlı, söylemlerinin çok daha sert ve çok daha kırıcı olduğuna şahit oluruz. Üstelik akşam yemeğinde birbirinden zengin yemeklerin donatıldığı iftar sofralarının kendilerini beklediğini bildikleri halde, oruçlu insanların genel olarak, sabırsız, sinirli, tahammülsüz ve aşırı telaşlı olduklarına çoğumuz şahit olmuşuzdur. Peki, Ramazan ayında marketlerin, kasapların her zamankine kıyasla neden çok daha fazla dolup taştığını düşündünüz mü hiç? Zeytinle iftar eden bir peygamberden, ziyafet iftarlarına hızlı bir geçiş olmuştur çünkü. İnsanoğlunun çarpıtılmış din anlayışı yine sosyal bir arızayı beraberinde getirivermiştir. “Ramazanda çok kilo aldım” sözünü yüzlerce kere sizler de duymuşsunuzdur ve bilirsiniz ki, bu durum, oruç ayına özgü bir sonuç değildir. Yalnızca; nefsimizi kontrol altında tutabiliyor olmanın verdiği uhrevi bir hazla ibadetimizi tamamlamak yerine, daha çok yemek yemeyi hakettiğimize kendimizi inandırmayı tercih ettiğimiz için, ihtiyacımızdan çok daha fazlasını yemişizdir, o kadar.

Yukarıda sözünü ettiğim Diyanet İşleri Başkanlığının araştırmasında çok çarpıcı bir sonuç dikkatleri çekiyor. Araştırmaya göre, Tanrının gerçekten var ve bir olduğuna inanıp bundan hiçbir şüphe duymayanların oranı % 98,7 olarak belirlenmiş. İşte gerçek inanç budur. Yürekten, içten gelen. Hiç bir değere, hiç bir ritüele, hiç bir ibadet kalıbına, hiç bir din adamına ya da başka herhangi bir öğretiye ihtiyaç duymayan saf, uhrevi bir inanç.

Yine tekrarlıyorum, gerçek maneviyatı yüreğinde taşıyan, inancı saflık ve samimiyetten ibaret olan yüzbinlerce inananı tenzih ediyorum ancak ne yazık ki, inanç alemi insanların riyakarlıklarına şahit olmak zorunda bırakılıyor. Oruç tuttuğu için, tutmayan dindaşlarından özel bir saygı bekleyen, umduğunu bulamadığında ise öfkeden deliye dönen, karşısındakini nefretle aşağılayan bir dindarlık budalalıktan başka bir şey olamaz. Eğer oruçluyken yemek yiyen birisi sizi öfkelendiriyorsa, inancınızdan da, ibadetinizden de şüpheniz var demektir. Aslında sizin asıl sinirlendiğiniz şey o anda yemek yiyememektir. Bilinçaltından mensubu olduğunuz dinin emrettiği ritüelin şartları size ağır gelmekte ve sizi öfkelendirmektedir. Ama galiba bu insanlar öfkelerini masum bir insana yönlendirmeyi, bir ibadet ritüeli olarak görmekteler.

Oruç, bazı insanların din hususundaki samimiyetsizliğini ortaya koymak için çok spesifik bir örneklemedir. Bu kişiler, oruçluyken diğerlerinin buna özel bir saygı göstermesini beklerken, Ramazan ayı dışında kalan zamanlarda oruç tutan başka mezheplere dahil inanç sahiplerine aynı özeni göstermekte midir? Sözgelimi kaç kişi Alevilik mensubu dindarların oruç tuttukları dönemi anımsayıp, bu insanların etki altında kalıp, zorlanmamaları adına, göz önünde, alenen yemek yememek ya da su içmemek için özel bir gayret göstermektedir ki ? Neredeyse hiç kimse. Çünkü diğer inananların oruç tuttukları aklımızın ucuna bile gelmez.

Eğer tarih boyunca tüm savaşlar yalnızca büyük dinlerin kendi aralarında yaşanmış olsaydı, bugün işimiz çok daha kolay olabilirdi. Ama o kadar basit değil ne yazık ki. Bir de mezhepler var. Hatta, alt mezhepler, fıkıh mezhepleri de işin içinde.
‘Mezhep çatışması’ söylemi bana her dönemde samimiyetsiz bir tanımlama olarak görünmüştür. Çatışma değil savaş, hem de büyük kanlı savaşlar mezhep farklılıkları nedeniyle yaşanmıştır. Katolik-Ortodoks ya da Sünni-Şii savaşları gibi. Aynı Tanrıya, aynı peygambere inanan insan toplulukları nasıl oluyor da, kendi uydurdukları bir takım ibadet, ritüel ya da fıkhı farklılıklardan dolayı birbirlerinden nefret edebiliyorlar? Sebep basit: Bunlar, maalesef aydınlanamamış ruhlardır. Başlarını kuma gömmüşlerdir. İçlerinden tek tük akl-ı selim çıksa da, onlar da aynı toplumun karanlığında yitip giderler ne yazık ki.

Ulusları, insanları kolay idare etmek için bir kaç tane etkili yöntem vardır. Hükümdarlar bunları iyi bilirler: En etkilisi din ve mezhep çatışmalarını körükleyerek ayrımcılık yaratmaktır. Yüzyılımızda, özellikle hukuksal düzenin sağlıklı işlemediği, öz eğitimi zayıf bireylerden oluşmuş üçüncü dünya ülkeleri, maalesef hem içeriden hem de dışarıdan müdahaleler ile bu değerler üzerinden kontrol edilebilmektedir. Diğer bir yöntem ise, ulusçuluk ile etnik kökenciliğin arasında geniş bir politik yelpazede yer bulan ırk ya da tarih birliği olgusunun kötüye kullanılmasıdır. İnsanları ayrıştırdıktan sonra, ‘taraflar’a bölünen bir toplumu, sözde milliyetçi bu duygular üzerinden palazlayarak yönetmek çok daha kolay ve çok daha ucuzdur. Global siyasette, emperyalist müdahalelere en çok maruz kalan uluslar, görece geri kalmış olanlar ya da gelişmeye çabalayanlardır.

Daha gelişmiş, hukuksal düzenin doğru çalıştığı, insan hak ve hürriyetlerinin değerli sayıldığı daha eğitimli toplumlarda ise, inanç adeta özgürleşmiş, bireysel ve yalın bir çehreye bürünmüş, doğruluğu kuşkulu kalıplardan çıkıp vicdanla doğrudan ilişkili hale gelmiştir. Bu anlamda tüm ulusların düsturu ve toplumsal misyonu bu olmalıdır.

Samimiyetsiz bir dindarlık, kişinin kendisine, çevresindekilere ve dahil olduğu ulusa yarardan çok zarar getirecektir. İçten gelen halisane bir inanç, doğruyu daha da doğru yapacaktır. Doğru olmak istemeyenler için ise din koruyucu bir kalkandır. O, dininin doğrularını bilir, anlatır, sözde ibadetlerini yapar görünür, ağzından kalıp sözcükleri eksik etmez, kendince münafık saydıklarına hakaret eder, bir evveli gün harama el sürer ama yarın oruca başlar. Ticarette dürüst değildir, eline fırsat geçtiğinde, hak yemekten geri durmaz ama zekatını verir. Tabi bunu da eşe dosta anlatır. Namusun dişil bir kavram olduğunu zanneder. Eşinin namaz kıldığını gerinerek anlatır ama harama uçkur çözmekten geri durmaz. İşte bu insanlar, içimizdeki çürüklerdir. Elmayı ısırdığınızda ağzınıza gelen zehirli tat, bu elma kurtlarına aittir.

O halde sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: İçinde ‘ahlak’ olmayan bir dindarlıktan söz edilemez. Ancak, din olmadan da ahlaklı olmak mümkün. İnanç ise vicdanımızın sesidir ve yüreklerimizin en özel yerinde korunmalıdır.

Hoşçakalın.

Cenk Demirarslan
Cenk Demirarslan
DÜŞLERİ ÖLDÜRMEK kitabının yazarı. İstanbul doğumlu, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden 1988 yılında mezun oldu. Bilim, hayatının vazgeçilmez bir parçası. Bunun dışında felsefeyle de ilgileniyor. Bilimsel araştırmalar, doğa sporları, sinema, tiyatro, sahne sanatları, ve müzik başlıca ilgilendiği etkinlikler. Amatörce resimle de uğraşıyor. İnsanın, ancak ruhsal ve zihinsel anlamda geliştiği sürece yaşamına devam edebileceğine inanıyor ve kendisi sıkı bir hümanist.
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları göster
Arıcılık Malzemeleri

Yeni Yazılar

Mühendislik Maaşları

Bunları Gördünüz mü?