Ana SayfaBilimÖlümü Düşünmek

Ölümü Düşünmek

“Kaçınılmaz bir son” olarak, ölümün ne olduğuna ve bizler için gerçekte ne anlama geldiğine ilişkin sorgulamalarımız, hayatı anlamlandırmak ve değerli kılmak adına harcadığımız çabalara önemli bir destek sağlar ve zihinlerimizin derinliklerindeki soruları cevaplamamıza olanak verir. Ölümü hepimiz kendi öznel deneyimlerimize dayanarak tanımlamaya çalışırız. Ölüm, canlılığın ama daha da önemlisi bilincin ve farkındalığın kaybolması halidir. Bildiğimiz kadarıyla ölüm bir sondur. Ancak bazılarımız ölümün bir son değil, yalnızca bir duraklama anı olduğuna inanır. Bu bilmekle değil, inanmakla ilgili bir durumdur ve spiritüel yaklaşımlar içerir.

Ölümü Düşünmek

Hayatta olan hiç kimsenin, ölüm üzerine sağlıklı ve genel geçer bir değerlendirmede bulunabilmesi pek mümkün görünmüyor. Çünkü ölüm, diğer tüm deneyimlerden farklı olarak, mutlak bir öznellik arz eder. Bunu, şöyle de açıklamamız mümkün: Bizler, başka insanların yaşamış olduğu pek çok deneyimi, onları gözlemleyerek ve anlamaya çalışarak tecrübe edebiliriz. Örneğin, astım krizi geçiren birinin ne yaşadığını ya da neler hissettiğini tam olarak anlayamasak da, az çok bilebiliriz. Çünkü bugüne kadar astım krizi geçiren pek çok insan, bu tecrübenin fiziksel ya da zihinsel anlamda nasıl bir etki bıraktığını, neye benzediğini bilir ve daha da önemlisi bu bilgiyi diğer insanlara aktarabilir. Ancak ölümle ilgili hiç bir deneyimin geride kalanlara iletilmesi mümkün değildir. Çünkü ölüm anı zaten farkındalığın ortadan kalktığı andır ve ölen kişi için zaman artık durmuştur.

Bazı ölümler, ölenin yakınları için çok trajik sonlar olabilir. Çocuklarımız, kardeşlerimiz ya da anne-babalarımız gibi çok sevdiğimiz, gönülden ve derin duygularla bağlı olduğumuz insanların ölümü, özellikle onları kaybettiğimiz ilk anlarda, yoğun duyguların ve derin empatik davranış ve düşüncelerin ortaya çıkmasına mahal verir. O kadar üzülmüşüzdür ki, ölen yakınımızın ne durumda olduğunu, neler hissettiğini anlamaya çalışırız. Bu şekilde onu ve çaresizliğini anlamaya çalışırız. Bununla birlikte, aslında aynı zamanda ölümü de anlamaya çalışıyoruzdur. Hatta çoğu zaman anladığımızı bile düşündüğümüz olur. Ama bu pek mümkün görünmüyor. Çünkü ölüm, doğduğumuz andan itibaren yaşadığımız tüm tecrübelerden farklı bir deneyim gibi görünüyor. Bu durumda bizlere de, ölüm anını yalnız ve yalnız onu yaşayanların idrak edebileceği gerçeğini anlamaya çalışmak kalıyor.

Çoğu insan, ölüme doğru yaklaştıkça kendini, hayatını ve ölüm sonrasını sorgulamaya başlar. Bu kaçınılmazdır. Çünkü zamanının kısıtlı olduğunu fark etmeye başladığında, geride kalan hayatına anlam kazandırmak için düşünsel bir çaba içine girer. Ama bu yol biraz “çıkmaz sokak” gibidir. Zira, sonlu ve ölümlü bir hayatı anlamlandırmak, zorlu bir çabadır.

ölüm

Neden burada olduğumuzu ve ne için yaşadığımızı kendimize izah etmemiz için, derin inançlara ihtiyaç duyarız. Bunların başında dini inançlar gelir. Varlığımızı an be an gözleyen, bizi koruyan, gözeten ve en nihayetinde ilahi bir yargılamaya tabi tutan bir Tanrı düşüncesi, yaşamlarımızı anlamlı kılar. Ya da başka inançlara ilişkin bazı değerler: Ailenin kutsallığına inanmak gibi; insanlığa faydalı işler başarmak gibi; hayatını özgürlük mücadelelerine adamak ya da, insanlığın yücelmesi için hayatını feda etmekten kaçınmamak gibi. Bu anlam arayışı örneğin, bazılarımızda iyi bir keman virtüözü olmakken, bazılarımızdaysa gözü pek bir kaşif olmak ya da başka başka şekillerde tezahür edebilir. Böylelikle, anlam arayışımıza, doğru cevaplar vermeye çalışırız.

Ancak çoğu kere, hayatını entellektüel anlamda en özel değerlere adayan insanların bile, var oluş sebeplerini açıklayabilecek doyurucu bir yanıt bulamadıklarını görürüz. Çünkü ölümün varlığı, zihnimizde yarattığımız anlamı yerle yeksan eder. Neden mi? Bir sonucun değer görebilmesi için deneyimlenebilir olması gerekir. Deneyimlemek içinse bir bilinç gereklidir. Halbuki ölüm bilinci ortadan kaldırır. Böylelikle ölümün çıka geldiği noktada, her şey değerini kaybeder ve ölüm bizi vazgeçirir. Hemen bütün dinlerin ölüm sonrası için yeni bir hayat vaat etmesinin temelinde bu düşünce yatar. Hayatın ölümden sonra tekrardan sağlanacağı düşüncesi, anlamsızlığı ortadan kaldırır ve önümüzde yeni bir yol açar. Ancak kolayca anlaşılacağı üzere, bu uhrevi düşünce tarzı da, sert bir yüzleşmeden kaçma ya da belki de, maçın süresini geçici olarak uzatmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Çünkü içimizde yaşattığımız en güçlü inançlara rağmen, bilinçaltımız halen ölümü sorgulamaya devam edecektir.

Rahibe Teresa

Tüm hayatını, Tanrı inancıyla dolup taşarak yaşayan, misyoner ve insan hakları aktivisti Rahibe Teresa’nın, ölümünden sonra yakılmasını vasiyet ettiği mektupları bulunup açıklandığında, tüm dünyada küçük bir şok yaşanmıştı. Çünkü Hristiyanlığın simgesi bu yardım meleği kadının aslında Tanrı’nın varlığına duyduğu inancın çoktan yok olduğu ortaya çıkmıştı. Oysa ki bizler, yaşlanırken, insanların dini inançlarının giderek daha da güçlendiğine inandırılmıştık. Ama yapılan araştırmalar çok farklı bir sonuca işaret ediyor. Gerçekten de yaşları ilerledikçe, insanların dinlerine daha da bağlı hale geldiği istatistiksel olarak gösterilmiş.

Ancak aynı zamanda, ironik bir şekilde bu insanların hatırı sayılır ölçüde önemli bir kısmınınsa, Tanrı inancı ile ilgili daha içsel sorgulamalara başladığına ilişkin tespitler de son derece ilgi çekici. Bu, çelişkili bir sonuç gibi gözüküyor olsa da, dikkat çekici bir biçimde insanların çoğunun, ölümden sonraki bilinçli bir hayata kuşkuyla baktığını görebiliyoruz. Maalesef bu trajik son dakika yüzleşmesi, insanların ölüm korkusunu, beklenenden çok daha kısa bir sürede kontrol edilemez hale getirebiliyor. Geriatrik intiharlar böyle durumlarda karşımıza çıkmakta.

Buraya kadar bahsettiğimiz her şey, bize ölüme hazırlıklı olmadığımızı anlatıyor. Peki neden böyle oldu? Kaçınılmaz olduğunu bildiğimiz, herkesin, dahası bugüne kadar yaşamış milyarlarca canlının idrak ettiği ölüm denen gerçek için neden hazır değiliz? Onu neden kabullenemiyoruz? Üstelik dini inançlarımız, yüzlerce, binlerce dini öğreti ısrarla, ölümün çok da önemli bir şey olmadığını, sıradan bir sonuç olduğunu, bir son olmadığını, yalnızca bir kabuk değiştirmeden ibaret olduğunu, yaşamlarımızın varlığını devam ettireceğine ilişkin doktrinlerini beyinlerimize kazımış olmasına rağmen, neden ölümü bu kadar abartıyoruz? Sorun nerede?

italyada cenaze

Cevap basit sayılır. Problemin başı biziz aslında. Etrafımızı sanal bir zihinsel duvarla kaplayarak, kendi kendimize onmaz bir tuzak kurduk. Görmezden geldik. Ölüm yokmuş gibi davrandık. Hem dini ve hem de sosyal öğretilerimiz, ölümü bir “ara durak” gibi gösterdi ve “Telaşlanmayın, hayat bitmeyecek, devam edecek” dedi. Bu yanılgı, bizleri gerçeklerden uzaklaştırdı ve benliğimizi güçsüz kıldı. Kendi türümüz, diğer canlıların, hayvanların ölümünü olması gerektiği gibi doğal bir şekilde kabul etti ama kendi ölümü için aynı şeyi yapmayı beceremedi. Kendimizi doğanın diğer canlılarından ayırdık, kendimizi çok yükseklerde bir yere koyduk, manevi yanımızı üstünlük işareti olarak kabul ettik ve ‘varlık’la o kadar bütünleştik ki, ölüme yabancılaştık.

Oysa ki olması gereken, tıpkı doğumun olduğu gibi ölümün de tartışılmaz bir gerçek olduğunu peşinen kabul etmekti. Onu normalleştirdiğimizde, hayatlarımızdaki pek çok şey de normalleşecek ve ölüm vakıası önemsizleşecekti. Hayattan daha çok haz alacak ve yaşamımızı daha doğru programlayabilecektik. Kim bilir belki de o zaman varlığımızı ve hayatımızı anlamlandırmak çok daha kolay olacaktı.

Maalesef bugüne dek hiç bir zaman ölüme hazırlıklı olamadık. Onu bir sürecin doğal bir sonucu olarak göremedik. Umarız ki, zihinsel evrimimizin süre gelmesiyle birlikte, ölüm ile alakalı yıkıcı düşüncelerimiz artık dinecek ve yaşam, ölümün karşısında hak ettiği değeri yeniden bulacaktır.

Bu defa son sözümüz W.Shakespeare’dan geliyor: “Korkaklar ecelleri gelmeden birkaç kere ölürler, cesurlar ise ölümü bir kere tadarlar.”

Cenk Demirarslan
Cenk Demirarslan
DÜŞLERİ ÖLDÜRMEK kitabının yazarı. İstanbul doğumlu, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden 1988 yılında mezun oldu. Bilim, hayatının vazgeçilmez bir parçası. Bunun dışında felsefeyle de ilgileniyor. Bilimsel araştırmalar, doğa sporları, sinema, tiyatro, sahne sanatları, ve müzik başlıca ilgilendiği etkinlikler. Amatörce resimle de uğraşıyor. İnsanın, ancak ruhsal ve zihinsel anlamda geliştiği sürece yaşamına devam edebileceğine inanıyor ve kendisi sıkı bir hümanist.
Subscribe
Bildir
guest
0 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları göster
Arıcılık Malzemeleri

Yeni Yazılar

Mühendislik Maaşları

Bunları Gördünüz mü?