“Neden varız” sorusunun, hayatın ve varlığımızın en gizemli ve esasi sorularından biri olarak karşımıza çıktığını, ama aslında birbirinden bütünüyle değişik anlamlar içeren gizem dolu iki farklı sorguyu içermekte olduğunu hemen sezinleyebilirsiniz.
Bunlardan birisi, “Ne için yaşıyoruz?“, “Amacımız ne?” sorularının anlamdaşıdır. Çoğunlukla bu soruların cevabı inanç felsefesi üzerinden cevaplanmaya çalışılır. Çünkü günümüz dünyasında büyük kitlelerce kabul gören tüm dinler, canlı hayatının ve yaşamın varlığının, ancak sonsuz iradeli yüce bir varlığın mevcudiyetinin peşinen kabul edilmesi ve insanın bu kutsal yaratıcıya zihnen ve ruhen bağlanarak hayatını sürdürmesi ile anlam kazanabileceği görüşü üzerine kuruludur. Bu görüş çok kere, sorunun cevaplanmasını umulmadık derecede kolaylaştırır. Çünkü, hayata başlamak, sürdürmek, çoğalmak ve nihayet hayatı tamamlamak gibi insan yaşamında yer alan en temel eylemlerin bile insan iradesiyle sağlanmasının mümkün olamayacağı gerçeği, devasa evrenimizin ücra bir köşesindeki mütevazi ve narin varlığımızı bir yaratıcı olmaksızın açıklayabilmemizi zorlaştırır.
Bu sebeple, tarih boyunca bu konuda filozoflarca kaleme alınan eserlerin çoğunda, varlığımız ve varlığımızın sebebi din felsefesinin konusu olarak ele alınmıştır.
Ancak biz, bu yazımızda ‘Neden Varız?’ sorusunun bir diğer anlamı üzerinde duracağız. Bilimi de ilgilendiren bu ikinci anlam, çok daha gizemli, çok daha büyük bir kapıyı aralamaya çalışıyor: “Neden bir şeyler var?”, “Varlık neden var?” ya da “Neden evrende yokluk değil de varlık hakim?” İşte bu ‘marjinal’ ve hatta ‘ürkütücü’ diye tasvir edebileceğimiz sorulara, bilim ve felsefe aynı kürsü etrafında, sinerjik bir işbirliği içerisinde halen yanıt aramaya çalışmaktadır.
İşe, hiçbir şeyin var olmadığı bir ortam tasavvur etmeye çalışmakla başlayalım. Her şeyin yokluk halinde olduğu bir durum çıkarmak için zihnimizde yapacağımız bir müşahedenin bile, hiçbir şeyin olmadığı görüşüne aykırı kaldığını farkedebilirsiniz. Peki, neden? Çünkü “var olan hiçbir şey yok” çıkarımının yapılabilmesi için bir gözlemciye ihtiyaç vardır. Hiçbir şey’i oluşturmak olanak dışıdır. Hatta zihinde canlandırmak bile neredeyse imkansızdır.
Felsefe tarihi boyunca, pek çok düşünür hiçlik halini evrenin ve yaratılışın en yalın, en naturel hali olarak görmüş ve bu şekilde tanımlamış olsa da, biraz derine daldığınızda, bu düşüncenin yanıltıcı olma ihtimalinin var olduğunu kolayca farkedilebilirsiniz.
Teorik bir örnekleme yapalım: içinde bulunduğumuz evrenin, varlığın hüküm sürdüğü bir evren olduğunu biliyoruz. Şimdi, evrenimizin dışında bilinmez sayıda pek çok evren daha olduğunu hayal edin lütfen. Bunların da yüzde 99’luk bir kısmının bizimki gibi, kalan yüzde birinin ise hiçbir şeyin var olmadığı evrenler olduğunu varsayalım. Bu durumda tabiatıyla, evrenlerin tamamı için doğal durum varlığın hüküm sürdüğü hal olacaktır. Yani evrenlerin tamamı göz önüne getirildiğinde, artık bu kümeden beklenen, yani doğal olan durum “var olma” durumudur.
Dolayısıyla, varlığın sayıca yaygın olduğu bir ortamda, yokluğun anlaşılması ve açıklanmasından kaçınmak çok daha kolaydır. Bu durumda, yokluğu esas kabul edip, varlığı ondan oluşturmaya çalışmak anlamsız bir uğraş gibi gözükmektedir. Parçacık fizikçisi Victor John Stenger’ın düşüncesine göre, evrende herhangi bir şey olmaması yani yokluk durumu yerine, bir şeylerin var olmasının nedeni, yokluk durumunun “kararsız” olma özelliğidir. Stenger’a göre, var olma hali daha kararlı ve daha ihtimal dahilinde olan bir durumdur yani.
Parçacık fiziğinde, yeni yeni keşfedilen 2 tip parçacık vardır. Bozonlar ve fermiyonlar. Teoriye göre, büyük patlamanın başlama anında bu parçacıkların her ikisinin de eşit olduğu bir vakum halinden, büyük patlamanın gerçekleşmesiyle birlikte daha zayıf enerjili ve daha karmaşık bir faz dönüşümüne geçilmiştir.
Sonuç olarak, modern fizik bir şeylerin var olma sebebini şu önermeyle açıklamaktadır: Hiçbirşeyin var olmaması hali, süpersimetri kırılımı gerçekleşmesiyle, kolayca faz dönüşümüne girebilecek, bozulmaya yatkın ve daha kararsız bir durumdur. Bu yüzden var olma hali çok daha olası bir durumdur.
Ünlü alman matematikçi Gottfried Leibniz’ niye bir şeyler yok değil de var’ diye sorgulayan filozofların ilklerindendir. Soru, XIII. yüzyılın yaklaştığı geç bir tarihte gelmiştir. Aradan geçen üç asırlık zaman içerisinde din, felsefe ve bilim, bu gizemli soruyu kendi düsturu içinde izah etmek için çabaladı durdu. İşte biz de yukarıda bahis olunan ilmi görüşlerle, bilimin soruya nasıl bir yanıt verdiğini açıklamaya çalıştık.
Maalesef bazı çevreler, varoluş, yaradılış, kainat gibi varlığın temelini ilgilendiren konularda kaleme alınan bilimsel yazıların, inanç dünyasının ve dindar insanların inançlarını ve inandıkları değerleri yok saydıkları ve hatta bu değerlerin karşısında duran bir tavır içinde oldukları gerekçeleriyle, haksız ve sert eleştirilerde bulunmaktadırlar. Bu eleştiriler zaman zaman amansız kavgalara dönüşmüştür. Tıpkı kiliseyle Galileo arasındaki ölümcül kavgalar gibi.
Oysa ki bilim ve dinin içeriği de, ilgilendiği konular da, insanlarla buluşma yöntemleri de birbirinden tamamen farklıdır. Bilimde amaç, olaylar arasındaki bağlantıların açıklanması, bunların teoriler haline getirilmesi ve nihayet bilimin genel yasalarının oluşturulmasıdır. Halbuki dinin yasaları çok öncesinde belirlenmiştir ve onlar statiktir. Bilim araştırır. Bulgular kesin olmayabilir, zamana ihtiyacı vardır ama sonuçlar kat’idir. Din ise statiktir ve o haliyle öylece yaşanır. Bilimin maneviyatla pek bir ilgisi yoktur, din ise bu değer üzerine kurulmuştur. Birinin diğerine karşı olduğu ya da diğerini saf dışı etmeye çalıştığı görüşleri tamamen hatalı görüşlerdir. Bu gerçek hiç bir zaman akıllardan çıkarılmamalıdır.
Küçük bir tebessüm için, yazımı günümüz fizikçilerinden David Deutsch’un “neden varız” sorusuna verdiği esprili cevabıyla bitirmek istiyorum:
“Neden bir şeyler var? Çünkü eğer bir şeyler olmasaydı, hala şikayet ediyor olurduk.”