Britanyalı ünlü biyolog Richard Dawkins’in başyapıtı “The Selfish Gene” adlı eseri okuma fırsatı bulduysanız, eminim ki yaşam ve varoluşla ilgili temel düşünceleriniz az ya da çok değişime uğramıştır. Kitapta, insanın ve diğer tüm canlı türlerinin var olma amacının aslında, “gen” adı verilen ve kromozomların belli bir bölümünü oluşturduğu bilinen minik kalıtım birimlerinin hayatta kalmalarını sağlamaktan ibaret olduğundan bahis olunmaktaydı.
Tabiidir ki, manevi değerler üzerine kurulmuş olan yaşamlarımızın, böylesi materyalist ve duygu dışı bir teşbihle tanımlanmış olması, eserin felsefe dünyasında olduğu kadar bilim dünyasında da şaşkınlıkla karşılanmasına ve hatta yanlış anlaşılmasına sebep olmuştur. Çünkü insanlar kitaptaki metaforun, varlığımıza ait ahlak, etik, irade, azim ve bunun gibi pek çok değeri görmezden geldiğini düşünmekteydi.
Oysa ki yazar, genlerin yaşamın sürdürülmesinde ne kadar etkili olduğunu, mecazi bir üslup ile anlatmaktan öte gitmemişti aslında. Tüm tartışmalara rağmen, “Gen Bencildir” olarak Türkçeleştirilen bu eser, genlerin canlı yaşamında ne kadar önemli ve hayati olduğunu dünyaya adeta ilan etmekteydi.
Günümüzde, insana ait fiziksel, zihinsel ve hatta ruhsal pek çok özelliğin alt nesillere genler aracılığıyla nasıl iletildiğine ilişkin bilimsel araştırmalar tüm hızıyla devam etmektedir. Peki, insanlarda, örneğin karakterle ilgili özelliklerin çocuklara aktarılmasında genlerin payı nedir?
Bu konuda bu güne kadar pek çok araştırma yapılmış olmasına karşın, ABD’nin Connecticut eyaletindeki Yale Üniversitesince bebekler üzerinde yapılan bir araştırma en dikkat çekici olanlarındandır. Ünlü “Bebek Laboratuvarı” deneyleri, henüz etik değerleri öğrenmemiş olan 1 yaş grubu bebeklerin bazı kukla animasyonlarına verdikleri tepkiler ölçülerek yapılmış ve deney sonucunda çok önemli bulgular elde edilmiştir.
Çok ayrıntıya girmeden deneyin mantığını anlatmaya çalışacağım. 3 adet minik kukla ve bir de açılıp kapabilen bir kutu kullanılmaktadır deneyde. Birinci kuklanın kutuyu açması sağlanırken, ikinci kukla ona yardım eder. Üçüncüsü ise tam tersi kutunun açılmasını engellemeye çalışır. Bu kurgu bebeklere de izletilir ve onlardan, kuklalardan bir tanesini seçmesi beklenir. Şaşırtıcı olan şudur ki, bebeklerin neredeyse tamamı, kutunun açılmasına yardım eden kuklayı seçmektedir.
Başka bir deneyde benzer şekilde aralarında top oynayan üç kukla kurgulanır. Birinci kukla diğerine topu atar fakat bu ikinci kukla topu geri vermeyip, saklar. Topu çalan kukla az önceki deneydeki kutunun başına getirilir ve onu açmaya çalışır. Diğer kuklalardan biri yine yardım ederken diğeri ise köstek olur. Bu defa sonuç daha da şaşırtıcıdır. Bebeklerin çoğu bu kez köstek olan kuklayı seçerler. Başka bir deyişle, topu çalan kuklaya karşı kendilerince bir ceza vermişlerdir.
Aslında burada olan şey, bebeklerin kendilerinden olmayan ya da kendileri gibi düşünmeyen tarafın cezalandırılması gerektiğini düşünmüş olmalarıdır.
Bu deneyler de gösteriyor ki, henüz hiç koşullandırılmamış boş zihinlerimiz bile hemen her olayda tercih yapmaya yatkın bir karakter taşımakta. Peki tercihlerimiz her zaman iyiden yana mıdır? Tabii ki hayır. İnsan türü geçirmiş olduğu evrim gereği, kötülükten yana da olabilmektedir, şiddetten yana da. Ancak, zihnimizi yeniden yapılandırmamız mümkün. Bu iradeye sahibiz. Neyle mümkün? Ahlak esaslı temel eğitimle.
Olumlamalı ve hoşgörülü bir felsefe içerisinde yetiştirilen bireylerin, farklılıkları tolere etmede çok daha başarılı oldukları, kendileriyle ve toplumla barış halinde yaşayabildikleri çok iyi bilinmektedir.
Genç beyinler, topluma dahil oldukları ilk günlerden itibaren çevrelerinde olup biten her şeyi, yakınlarındaki bireylerin yorumlarıyla, olumlu ya da olumsuz olarak niteler ve o şekilde kaydederler. Bu sebepledir ki bu kayıtlar doğru ve sıhhatli olmalıdır. Erdemli bir birey olmanın özendirilmesi, sevgi, saygı, doğruluk, dürüstlük, güven, anlayış, değer verme, empati gösterme, gibi değerlerin erken dönemlerde çocuklara aşılanması çok önemlidir.
Genetik özellik aktarımı konusunda tabiatın geneline baktığımızda ise, durum çok daha karmaşık bir hal alır. Çünkü doğada “etik değer” diye bir şey yoktur. İnsanın olmadığı bir yerde ahlaklı ya da ahlaksız olmaktan söz edilemez. Söz gelimi, yeni doğmuş bir karaca yavrusunu annesinin gözleri önünde parçalayıp midesine indiren bir aslana “katil” demek ne kadar anlamsızsa, genetik olarak yakın akraba durumunda olan iki geyiğin ulu orta çiftleşmesini “ahlaksızlık” olarak tanımlamak da aynı derecede abestir.
Bu nedenle, doğadaki bu tip davranış kalıplarının genetik sonuçlarının incelenmesinin bilimsel anlamda bir değer taşımadığını söylemek çok da yanlış olmaz. Ancak, örneğin sakin-öfkeli ya da hızlı-yavaş gibi karakteristik özellikler kalıtımsal anlamda her canlı için önemlidir.
Gelelim asıl sorumuza: İyi ya da kötü kalpli, sakin ya da hırçın tabiatlı veya çalışkan ya da tembel olmak gibi bazı davranış kalıplarımız gerçekten de kalıtımsal mı? Ve eğer öyleyse, bunu kanıtlamak mümkün mü? Davranış özelliklerinin kalıtsallığı üzerine çalışan uzmanlar insanların neredeyse yarısında bu özelliklerin kişilik oluşumunda etkin olduğunu bildirmişlerdir.
Yüzde ellilik oran düşükmüş gibi görünüyorsa da, yapılan testlerin sonuçları genetik etkinin göz ardı edilmesinin mümkün olmadığını açıkça göstermekte. Ama örneğin tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan araştırmalardan, aynı genetik altyapıya sahip olmalarına rağmen, farklı çevrelerde büyütülen ikiz kardeşlerin değişik karakter özellikleri geliştirdikleri bilinmektedir.
Bu örnekten de anlaşılacağa üzere, kesin bir şey söyleyebilmemiz için genetik biliminin teknolojik bir evrim geçirmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Çünkü bu konuda bilgimiz halen çok kısıtlı. Örneğin, belirli bir karakter özelliğinin çok sayıda genden mi etkilenmekte olduğu, ya da hangi genin hangi özelliği belirdiği gibi daha pek çok konuda çok daha fazla çalışma yapmak zorundayız.
Tüm bunların yanı sıra, eş kişilik yapısından farklı davranış özellikleri çıkması sorunsalını da göz ardı edemeyiz. Yani genetik altyapısı aynı olan ikizleri düşünün lütfen. Davranışlarının çok farklı olabileceği gerçeği ortadadır.
Sonuç olarak, tam olarak kanıtlanamamış olsa da, kişiliğin oluşumunda genetik yatkınlığın varlığından söz etmek mümkündür diyebiliriz, ancak insana dair duygu ve davranışların yalnızca beyindeki biyokimyasal bazı farklılıklarla açıklanabilecek bir şey gibi görünmediğini eklememiz gerekecektir.
Her zaman olduğu gibi güzel bir sözle bitirmek istiyorum: “Mutlu olmak istiyorsak hayatın cisimde değil, ruhta olduğuna inanmalıyız.” L. Tolstoy