“Çevresindeki çoğunluk ne tür yaşıyorsa, öyle yaşıyor insan. Herkes inanç esaslarıyla ortak olmayan, genellikle ona ters düşen ilkelere bağlı olarak yaşıyor, inanç öğretisinin hayatımızda yeri yok; ne başka insanlarla olan ilişkimizde rastlıyoruz ona, ne de kendi hayatımızda. İnanç esaslarını herhangi bir yerde, hayattan uzakta ve ondan bağımsız olarak kabul ediyoruz. O, bir kez önümüze çıkınca da tıpkı, hayatı içten hiç mi hiç ilgilendirmeyen, dıştan bir olaymış gibi karşılıyoruz.”
Rus edebiyatının dünyaca ünlü düşünür ve yazarı Lev Tolstoy, özümüzdeki gerçek inanç ile, toplumsallığın dayattığı sosyolojik inancın çok farklı olgular olduğunu ‘İtiraflarım’ adlı eserinde böyle anlatmış.
Şayet bu yazıyı, bir arama motorundan bulduysanız ve de şu anda okuyorsanız, korkarım ki, sizin de ‘inanç’ üzerine kuşkularınız ve cevaplanmayı bekleyen sorularınız var demektir. Şundan emin olunuz ki beklediğiniz yanıtları bu makale içerisinde de bulamayacaksınız. Çünkü inancı tartışacağımız bu yazı, cevaplar için değil, yalnızca yeni sorular sormak adına yazıldı. Zira, merak ettiğiniz tüm cevapların, zihninizin derinliklerinde gizlendiği kanaatindeyim.
Gerçek inancın kişisel ve içsel bir olgu olduğunun hepimiz farkındayız. Bu nedenle her insanın içindeki inanç formatı, hayatın içindeki deneyimlerle şekillenir ve pek çok beşeri niteliğin bir arada harmanlanmasıyla öznelleşir. Genetik faktörler, cinsiyet, toplumsal ilişkiler, sosyolojik bağlantılar, bağlı olunan siyasi görüş, içinde yaşanılan ülkenin popülasyon çeşitliliği, eğitim, aile içi öğretim, kişinin mental altyapısı, bu temel niteliklerin en önemlileridir.
İnanç ve din kavramları, çoklukla eşdeğer, birbirinin devamı ya da birbirini tamamlayan olgularmış gibi değerlendirilir. Oysa ki gerçek böyle değildir. İnanç öznellik, din ise sosyallik içermektedir. Yeryüzünde kaç tür din vardır diye sorulduğunda, çoğu insanın vereceği sayı bir elin parmaklarının sayısını geçmez. Oysa ki insan türünün, bağlı bulunduğu yaklaşık 4300 civarında farklı din formu bulunmaktadır. Bunların hepsi de, inananlarına, kendi inanışlarının hak dini olduğunu bildirirler.
Örneğin dünya nüfusunun yaklaşık %23’ü İslam dinine mensupken, bunların %85’i Sünni Müslümanlardır. Fıkıh mezheplerinden Hanefiliğin Sünni topluluk içindeki oranı ise %45 civarındadır. Kısacası yeryüzünde Hanefi mezhebine dahil Müslümanların oranı kabaca %9 kadardır. Her 10 kişiden 1’i bile değil. Ama bu mezhebe dahil Müslümanlara sorduğunuzda, kendi inanışlarının en doğrusu olduğunu ve Tanrı kendilerine bu dini bahşettiği için çok şanslı kullar olduğunu düşünmektedirler.
Benzer şekilde, dünyada sayıları 15 milyon kadar olan Yahudi dinine mensup insanlar da kendilerini şanslı saymaktadır. Zira onlara göre, 1000 kişiden yalnızca 2 tanesi Yahudi olma ayrıcalığını yaşamaktadır. Diğer tüm dinler ne kadar da batıl ve mensupları da ne kadar şanssızdır. Peki, sağduyunuzu kullandığınızda sizce de durum böyle midir? Tabi ki hayır. Dünyada en çok kabul gören tek tanrılı dinlerden tutun da, ölü eti yemek suretiyle onun ruhuna saygı gösterileceğine inanan Güneydoğu Avustralya’lı Dieriler’e kadar tüm inanç sahibi toplulukların kendi dinlerini diğer tüm dinlerden üstün saydıklarını görürüz. Bu çeşitlilik, evrenin ve yaradılış düzeninin benzer nitelikte olmasından kaynaklanmaktadır. Dünyada 8-10 milyon canlı türü olması ya da kainattaki gök cisimlerinin kiminin ateşten bir top, kimininse buzlarla kaplı gezegenler olması gibi.
Dünyanın neredeyse tamamında, kişilerin dinle ilgili seçimlerini kendi aileleri belirler. Esasen buna seçim demek de çok doğru olmaz. Dünyaya gelen bir çocuk, doğduğu andan itibaren anne babasının inanç sisteminin özünü anlama çabasıyla yüzleşmek durumundadır ve o dinin vazgeçilmezi olan ritüellerini öğrenmeye yönlendirilir. Anne babanın dindarlığı arttıkça, çocuklarınki de aynı nispette artar. Ebeveyninin bağlı olduğu dinden farklı bir dini tercih eden erişkin insanların sayısı oran olarak çok düşüktür. Nasıl oluyor da, inanç gibi böylesine spiritüel bir olgu, başka bir insanın destek ve telkiniyle, kesin bir şekilde kabul kabul edilip içselleştiriliyor ve üstelik bir yaşam boyu, insana özgü tüm manevi değerlerin üzerinde tutulup, varlığı ve bütünlüğü cansiperane bir çabayla korunuyor?
Aynı mezhebin mensubu olan Müslümanların aynı ibadetleri yerine getirdiklerini, aynı ritüellerle ilgilendiklerini ya da birbirine benzer tarzda ibadethaneleri tercih ettiklerini biliyoruz.
Pekala, hiç düşündünüz mü ki, amelen aynı dini gerçekleştirdiğiniz halde, kaç müslümanla ortak bir inanca sahipsiniz? İnanç derken dinle ilgili olandan değil, içsel inançtan bahsediyorum. Sizin zihninizdeki o yüce manevi varlık yani Tanrı ile bir diğer müslümanın zihnindeki Tanrı aynı şeyleri mi düşündürüyor ve hissettiriyor? Camilerde omuz omuza vererek yan yana oturduğumuz ve aynı matematikle ibadet ettiğimiz dindaşımızın kafasındaki Tanrı anlayışı bizimkiyle aynı mı? Tabi ki tam olarak aynı değil. Örneğin, iletişim problemi olan ve öfkeli karaktere sahip bir inanan ile, hayattan keyif alan, kendisiyle barışık bir kişinin Tanrı anlayışları da farklıdır. Aslında, bu kişilerin Tanrıdan beklentileri de farklı farklıdır. Durum böyle olunca, hele de hoşgörü yoksunu bir topluluğun içerisindeyseniz, dinin yorumlanması da farklılıklar ve hatta kaçınılmaz çatışmalar getirecektir.
Tanrı bir tek olduğu halde, bir sürü din mevcuttur. Hatta bu dinler de kendi aralarında mezheplere bölünmüştür. Ve maalesef, her ne kadar, ümmetlerin tamamının din kardeşi olduğu sık sık ifade edilse de, mezhep savaşları halen dünyayı yakıp kavurmaktadır. Diğer taraftan, dinde neden bu denli fazla çeşitlilik olduğunu kavramak için, varoluşun ve evrenin kendisine bakmak gerekir. Tıpkı toplumlar, uluslar, kültürler ve dinler gibi evren de çeşitli olmaya meyillidir. Toplumsal yaşayış, kültür, siyasi oluşumlar, jeopolitik etkenler ve hatta dahil olunan ırklar bile, dinlerle karşılıklı etkileşim halindedirler.
İnanç değil belki ama din olgusu, toplumları birleştirmek ya da tam tersi, ayrıştırmak için hala en güçlü silah olarak karşımıza çıkmaktadır. Örneğin, Avrupa Birliği ve ona dahil olan Avrupa Ekonomik Topluluğu, uluslar arası ticari bir kuruluşmuş gibi anılsa da, aslında temelinde din birliği olduğu malumunuzdur. Fakat bu birlik, II. Dünya Savaşı gibi insani ve toplumsal yok edişi getiren bir dizi felaketlerin sonrasında, farklı mezheplere ait Avrupalı hristiyan ülkelerin arasında barışı sağlamak gibi zor bir misyon üstlenmiştir ve bu görevi başarıyla sürdürmektedir.
Aynı şeyi İslam Dünyası için söylemek zor görünüyor. Mezhepler haricinde fıkihi mezhep olarak bilinen alt mezhepleri de içinde barındıran Müslümanlık ne yazık ki kendi ümmetine barış getirememiştir. Mezhep savaşları, çok yakın sosyolojik hayat, tarih ve ortak kültürleri olan İslam ülkelerinin birbirleriyle can düşmanı haline gelmelerine sebep olmuştur. Bu coğrafyanın insanları, mensup oldukları ve uğruna can alıp verdikleri İslam dininin öğretilerini, kutsal kitap üzerinden milyonlarca kere zikretseler de, kendi din kardeşlerine yüzyıllarca zulüm etmiş, onları katletmiş ve ne yazık ki, sözde batıl buldukları hristiyanlık vb. diğer dinleri kabul etmiş ülkelerle işbirliği yapıp, kendi kardeşlerine ihanet etmişlerdir.
Müslümanların sık sık tekrarladığı ‘Gerçek İslam Bu Değil’ söylemini samimi bulmak mümkün değildir. Eğer, dünya üzerinde gerçek barışı sağlayabilen tek bir ulus yoksa, bu dinin amelen uygulanmasında insan kaynaklı ciddi bir sıkıntı var demektir. İnsanlar dinleri ya doğru yorumlayamıyorlar, ya da dinin sosyolojik bir olgu olmaktan sıyrılıp, inanç mertebesine yükselmesine izin verilmiyor.
İnanç kutsaldır. Ancak, inancı yaşatmak, ailemize, çevremize ve ülkemize sevgi, merhamet, doğruluk, yardımseverlik ve daha bir çok hasleti aşılamak için dine ihtiyaç olmadığını, zaten doğamızda olan Tanrı sevgisinin insanlık için tek başına yeterli olduğunu unutmamalıyız. Ve bir de… Din ve bilimin birbirlerine tezat kavramlarmış gibi anılmasına izin vermemeliyiz. Bilim, bizi Tanrıya ulaştıracak olan dünyevi bir yoldur. İnanç ise, bilimin cevaplamakta yetersiz kaldığı sorulara doğru cevaplar verebilen ruhani bir değerdir. O aynı zamanda, vicdanımızın merhametli sesidir. Bilgi ise tek başına bilim ya da tek başına din değildir. Bilgi bütündür ve hayatın gerçek değeridir.
Saygılarımla.