18. yüzyıl ve daha önceki yıllarda bir geminin ya da deniz yolu aracının gideceği yeri hesaplaması oldukça zor bir durumdu. Özellikle “Gülliverin Seyahatlari” adlı kitabın yazılmasının bir nedeni de denizlerin hırçın dalgalarında nasıl savaşılması gerektiğini bizlere vurgulamaktı. Gideceğiniz yeri hesaplamak zor olduğu gibi bazen nerede olduğunuzu da bildirmek imkansız hale gelmekteydi. Modern Dünya bu zorlukların üstesinden gelmeyi başardı. Bu başarının arkasındaki tek gerçek ise matematikten başkası değildi.
“Navigasyon” ya da “yer tayini” olayı ilk olarak herhangi bir nesnenin yerini bulmaya yönelik ortaya çıkmamıştır. Eski Yunan dönemlerinde insanlar güneş ve dünyanın hareketlerine bağlı olarak zamanın akışını sezebilmek fikriyle güneşten faydalanmışlardır. Dönemin önemli matematikçilerinden Eratosthenes şaşırtıcı bir şekilde Dünya’nın yarıçapını bu şekilde hesaplamayı başarmıştır. Aslında bu öyle pek kolay da olmadı. Ufuk çizgisinden alınan açısal trigonometri bağlantıları ve bazı hız denklemleri sayesinde sapmalar ile birlikte aşağı yukarı nerede olduğunuz bilinebiliyordu. Bu yapılan hesaplama bugün Avrupa Uzay Ajansının çalışmalarına destek olmaktadır. Navigasyon kelimesinin de aslı buralara kadar dayanmaktadır. Özellikle Güneş’in ve gökyüzündeki yıldızların Dünya üzerindeki konumunuza bağlı olduğunun farkına varıldığında insanlar artık yerlerini gök cisimlerine bakarak anlamışlardır. Ama bir zorluk ortaya çıkmıştı. Boylam ile izdüşüm arasındaki sapma…
Bu noktada matematik daha da zorlaşıyor, boylamı bulmak için yerel saati belirli mutlak standarta atıfta bulunarak belirlemek gerekiyordu. (Mesela, yerel saati Londra’daki zamana göre bulmanız gerekir). Newton gibi matematikçiler bu problemle uğraştılar ve bir bakıma da çözdüler: Boylamların konumlarından yola çıkarak dünyanın uydusu olan ay arasında bir bağ kurmaya çalıştılar. Bu yöntem faydalı gibi gözüküyordu. Ne yazık ki, deniz koşullarında (ve hesap makinesinin icadından önce) mümkün gözükmüyordu. Bunun nedeni ise korkunç dalgalarda detaylı bir ölçüm yapılamaması ve bazı sapma hatalarına yol açmasından kaynaklanıyordu. İşte bu zamana kadar – Newton dönemi – bir insanın ya da bir gezintinin yer tayinini yapmasına olanak tanımıyordu.
İnsanlar doğru bir yöntemle boylamı ve konumlarını bulabilmek için John Harrison tarafından Greenwich yakınlarında dünya ülkelerinin saatlerini daha kolayca hesaplamak için “H4” adlı bir saatin inşaa edilmesini bekledi. Büyük mücadeleler sonucunda ve bazı siyasi ideolojik çatışmalar bu inşaayı zor duruma düşürse de eninde sonunda kurmayı başarmışlardır. Bu noktada okur bu mücadelenin nasıl gerçekleştiğini öğrenmek isterse Dava Sobel’in yazdığı “Longitude (Boylam) adlı kitaba göz atmasını tavsiye ederiz
Bununla birlikte, “H4” ile bile büyük bir hesaplama gerekiyordu ve burada matematik bilmekten başka çare yoktu. Özellikle gezegen ölçümlerinin sonucu olan Dünya yüzeyi üzerindeki üçgenleri çözmek için ihtiyaç duyulan küresel trigonometri ancak bir matematikçinin yapacağı işti. Çeşitli açılardan geniş bir yelpazedeki üçgenleri çözen tablolar oluşturuldu. Bunlar, yıl boyunca her gün sık sık zaman aralıkları için Güneş, gezegenler ve birçok yıldızın yerlerinin tabloları olan “ephemeridlerle “paralel olarak kullanıldı. 18. yüzyıldan itibaren denizcilik hikayelerine bakıldığında yer ve yön tayini ancak bu şekilde yapılmaktaydı. İsterseniz yakın tarihteki bir masalı inceleyebilirsiniz. Ne demek istediğimizi daha iyi anlayabilirsiniz.
Harrison’un mekanik bilgisi ve matematiksel düşünme becerisiyle birlikte bu eski bilgilerin sonucu tamamen değişime uğramıştı. Bu durum deniz yolu ulaşımına farklı bir boyut getirdi ve bu da eşyaları dünya çapında taşımanın daha güvenli ve daha ucuz taşınmasına olanak sağladı. Modern dünyaya götüren bu süreç hem ekonomiyi geliştirdi hem de aylarca süren deniz yolculuklarını daha da güvenli hale getirdi. Bu durum devrim niteliğinde de insanoğluna sunulmuştur.