Determinizm; bilgi, bilim ve ahlak felsefesinde sık sık karşımıza çıkan bir terimdir. Evrenin veya tarihin deterministik olup olmadığı etrafında şekillenen tartışmalar sosyoloji, bilim ve felsefede önemli bir yer edinmiştir. Determinizm; evrende bir düzen olduğunu ve bu düzen çözüldüğünde nedenlerin ve sonuçların açıklanıp daha sonra gelişecek olayların bilgisini elde edebileceğimizi iddia eden felsefi bir terimdir. Bu yazıda “Evren deterministik ise özgür irade var mıdır? “ gibi ahlak felsefesi sorularını ele almak yerine, determinizmi bilgi ve bilim felsefesi çerçevesinde ele alacağım. Bu terimin günümüzde nasıl yorumlandığını anlamak, fikrin tarihsel gelişimini ve ilgili terimleri kavramak için sık sık bilim ve felsefe tarihine değineceğim.
Determinizm terimi ilk defa 19. yüzyılda kullanılmaya başlansa da 17. yüzyıl biliminden etkilendiği su götürmez bir gerçektir. Buna da imkan veren Sir Isaac Newton olmuştur. Isaac Newton zannedildiğinden çok daha önemli bir bilim insanıdır. “Kafasına elma düşen adam” olmanın çok ötesindedir. 1687’de büyük bir zorlukla yayımlanan Principia adlı eserinde hareket yasalarını ve gezegenlerin yörüngelerini, kendi geliştirdiği matematikle büyük ölçüde açıklamayı başarmıştır. Newton’ın önemi yerçekimini bulması değil, onu ve iki cisimli yörüngeleri matematiksel olarak formülize etmesidir. Bu matematiksel devrim evrende hakiki bir düzenin olduğu ve bunun yasalarla, neden-sonuç ilişkileri kurarak açıklanabileceği fikrini doğurmuştur.
Neden-sonuç ilişkisi veya nedensellik deyince akıllara yeniçağın öncü filozoflarından ikisi gelir: İskoçyalı David Hume ve Alman Immanuel Kant. Hume, dönem olarak evrende mutlak bir düzen fikrinin hüküm sürdüğü bir düşünce anlayışında, Newton’cı fiziğin hükmettiği bir zamanda yaşıyordu. Şeylerin arkasındaki varsayımsal nedenler onu tatmin etmiyordu. Nedenselliğe güçlü bir eleştiri getirdi. Aralarında neden-sonuç ilişkisi olduğu öne sürülen A ve B olaylarını yakından incelediğimizde ardışıklık ve bitişiklik ilkelerini göreceğimizi, neden-sonuç ilişkisi kurmanın insanın zihninin bir oyunu olduğunu söylemiştir Hume. A ve B olayları arasında iç nedensellik zinciri varsa n tanenin n tanesi asla kesin olarak çözülemeyecektir, demiştir.
Onun bu skeptik anlayışı aşırı bir boyutta olsa da empirik yöntemi savunmasından dolayı günümüzde deneysel yöntemin öncülerinden kabul edilir. Kant, Prolegomena’sında “Hume beni dogmatik uykumdan uyandırdı.” demiştir. Ama “Bilgi deneyimle başlar, deneyimden kaynaklanmaz.” sözüyle empirik yöntemden uzaklaşıp aklın bilginin oluşumunda rol oynadığını, bilginin a priori (deney öncesi) olarak da varolduğunu söylemiştir. Bu durumu en iyi özetleyen söz Reichenbach’ın mizahı bir dille “Kant dogmatik uykusundan uyandı fakat arkasını dönüp uyumaya devam etti.” demesidir.
Felsefe çoğu zaman cevaplanamayan sorular bütünüdür diye anılsa da bilgi felsefesi soruları günümüzde bilim sayesinde cevaplanmaktadır. Kant’ın sentetik (yeni bilgi veren) a priori bilgi vardır iddiası bir başka deyişle “oturduğumuz yerden sadece düşünerek bilgi üretebiliriz“ iddiası şuan için pek geçerli bir iddia değildir. Gözlem yapmadan elde ettiğimiz bilgiler de daha önceden yapılan gözlemlerin bir matematiksel veya fiziksel bir sonucu olarak karşımıza çıkar. Bunun en iyi örneği 19. yüzyıl keşiflerinden olan Le Verrier ve Galle’nin Neptün keşfidir. Le Verrier ve Galle, Uranüs’ün yörüngesinin başka bir gezegenin kütle çekiminden etkilendiğini düşünmüşlerdir. O gezegenin yerini de matematiksel olarak hesaplayıp Almanya’da Fraunhofer Teleskopu’yla gözlemlemişlerdir. Ve gözlemleri, tahminleri ile uyumlu çıkmıştır.
Yaklaşık bu 150 yıllık bilgi, Pierre-Simon Laplace’ın determinizm fikrinin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Fransa’nın Newton’ı olarak görülen Laplace, Gök Mekaniği adlı ünlü kitabını üç cilt halinde yayımlamıştır. Bu devrim niteliğindeki kitabın yayımı sırasında yazdığı bir makalede geçen ünlü düşünce deneyi olan Laplace’ın cini, şeytanı (Laplace’s demon) şöyledir: “Evrenin şimdiki halini geçmişin sonucu ve geleceğin nedeni olarak ele alabiliriz. Bir an için evrenin tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek ve bunun bu verileri inceleyebileceğini de düşünürsek, aynı anda evrendeki en büyük varlıklardan en küçük atomlara kadar her şeyi hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir ve gelecek de, aynı geçmiş gibi, onun gözlerinin önündedir”.
Laplace’ın kavramsallaştırdığı deterministik evren tanımı deterministik tarih tanımına da yansımıştır. Auguste Comte pozivitizmi, Hegel’in veya Marx’ın diyalektiği gibi oluşumlar bu deterministik anlayış içerisinde sınırlı kalmıştır. Bunu dipnot olarak belirttikten sonra 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıldaki bilim anlayışına geçebiliriz.
Moleküllerin varlığının yeni yeni bilim dünyası tarafından kabul ediliği ancak bilimsel gelişmelerin son sürat hızlandığı bir dönemdi 20. yüzyıl başları. Bilimsel rekabetin tavan yaptığı bu yıllarda orjinalliği ve hayal gücüyle adını duyuran bir bilim insanı vardı, Albert Einstein. 1905’te makalesinde yayınladığı Özel Görelilik Teorisi ile bilim camiasında büyük bir yankı uyandırmıştır. Albert Einstein zaman ve uzayın Newton’dan beri düşünüldüğü üzere değişmez olmadığını ve her referans sistemi için farklı olabileceğini ortaya koydu. Daha sonra fikirlerini geliştirmiş ve 1915 yılında Genel Görelilik’ini yazmıştır. Uzay-zamanın kütleli cisimlerce eğilip büküldüğünü gösterdiği Genel Görelilik Teorisi bilim tarihindeki en önemli ve devrim niteliği taşıyan teorilerden bir tanesidir.
Uzayın ve zaman bir bütün olduğu ve mutlak olmadığı düşüncesi Newton fiziği için ağır bir darbe oldu. Bir ağır darbe de kuantum fiziğinden geldi. Einstein’nın aktif olduğu yıllarda gelişimini gösteren kuantum fiziğini “küçüklerin teorisi“ olarak tanımlayabiliriz. Ve belki de deterministik evrenin imkansızlığını gözler önüne serecek bir ilkeye sahiptir kuantum fiziği: Heisenberg’in Belirsizlik İlkesi.
Belirsizlik İlkesi bir kuantum parçacığının hızının ve konumunun aynı anda kesin değerlere sahip olamayacağını öngörür. Bu ilke çoğu zaman yanlış yorumlanmıştır. Burada ölçümden kaynaklanan bir belirsizlikten bahsedildiği sanılmıştır. Kesin değerlere “sahip olamayacağını” değil de kesin değerlerini “ölçemeyeceğimizi” zannetmişlerdir ve Belirsizlik İlkesi’nin tanımı çoğu zaman yanlış yapılmıştır. Einstein bu ilkeyi benimsemedi. “Tanrı zar atmaz” sözünü bir eleştiri olarak söyledi. Kuantum fiziğindeki rastlantısallıklardan ve olasılıksal matematikten sürekli rahatsızlık duymuştur. Einstein 1970’leri görebilseydi büyük ihtimalle hatasını anlar ve deneysel olarak “yanlışlanmanın” bir sonucu olarak yapılan çalışmaları takdir ederdi. 1970’lerde Z0 parçacığının kütlesinin ölçümündeki sapma oranı ne kadar fazlaysa parçacığın ömrünün o kadar kısa olduğu anlaşılmıştır. Yani belirsizlik maddenin doğasında olan bir ilkeydi, ölçümlerde değil. Bu gelişmelerden yola çıkarak günümüz bilgisi ile determinizm ele alındığında, bu fikrin büyük bir ölçüde zayıfladığını görürüz. Halley Kuyruklu Yıldızı’nın 72 yılda bir Dünya’dan görüleceğini büyük bir ölçüde söyleyebiliriz fakat evrenin gelecekteki konumlarıyla ilgili kesin bilgiye asla sahip olamayız. Bu konuyla ilgili Stephan Hawking “Tanrı bile belirsizlik ilkesi ile kısıtlanmıştır ve konum ile hızı bilemez; sadece dalga fonksiyonunu bilebilir.” [1] demiştir.
Bilimin ilkede de olsa, yapabileceklerimize sınır getiriyor olması rahatsız edici geliyor. Kehanet ve mistik güçler hayranı olan insanlar yüzyıllardır sahte bilimlerin kontrolü altında yönetiliyor. İnsanlar Dünya’nın evrenin merkezinde olmadığını ve kendilerinin en özel canlılar olmadığını sözde kabul ediyorlar. Egolarından sıyrılmayanlar ne doğayı anlayabilir ne de bilimselin yöntemin ta kendisini. Bunun için bilimin bize verdiği bilgi edinim gücünü metafiziksel iyimserlik ve agnostik pesimizmden sıyrılarak kullanmalıyız.
[1] Hawking,Stephen,Ceviz Kabuğundaki Evren (2001)