Bilinen en eski aşk şarkısının 4000 yıl kadar önce Mezopotamya toprakları üzerinde yazıldığı söylenir. Ama aşk, düşündüğünüzden çok daha eski bir sihir. Evrimsel tarihi, bilimsel anlamda henüz tam olarak çözülememiş olsa da, aşkın 50.000 ila 100.000 yıllık bir geçmişi olduğu düşünülmektedir.
Homeros, ölümsüz eseri İlyada’da aşkı, “Dayanılmaz bir büyü” olarak tanımlamıştır. Alman filozof Arthur Schopenhauer ise, “Aşk insan türünü sürdürmek için bireye kurulmuş tuzaktan başka bir şey değildir” söylemiyle aşkı, duygudan ve soyutluktan bir parça arındırmayı tercih etmiş. Ve ünlü Türk düşünürü ve mutasavvıf Mevlana’nın söylediği şu söz ise, aşkın ikili ilişkilerin çok daha ötesinde, evrensel ve yaradılışla gelen özgün bir duyguyu tanımladığını anlatmaktadır bizlere: “Gerçek aşk’ı bilen kalp, bir damla suya bile hürmetle bakar.”
Her ne kadar hem felsefe ve hem de edebiyat, aşkı yalnızca soyut ve manevi değerler üzerinden işliyor ve ona yalnızca duygularla ilgili anlamlar yüklüyor olsa da, aslında aşk, tüm bunların dışında yoğun fiziksel ve mental bir değişimin yaşandığı zorlu bir süreçtir. Aşık olan kişi, yüzünün kızarması, gözbebeklerinin büyümesi, vücut kokusunun değişmesi, iştahının kapanması, sindirim sisteminin yavaşlaması gibi çok spesifik değişimler yaşar.
Bu değişimin sebebini, bedenin, hayatta kalmaya yönelik temel fonksiyonlarını yerine getirmeyi geçici olarak askıya alması ve üremeye yönelik işlevleri aktive etmesi şeklinde açıklamak mümkündür. Bu etkilerin çoğunu aşık olduğumuz dönemlerde hemen hepimiz yaşamışızdır.
Peki nedir aşkın varlığının sebebi? Aşk neden var? Biraz açıklamaya çalışalım: Hepimizin bildiği gibi, doğanın işleyişi pragmatist esaslıdır. Yalnızca yararcı olan işlevler varlığını korur, diğerleri zaman içerisinde yok olmaya mahkumdur. Aşkın soyut özelliklerini bir tarafa koyacak olursak, içgüdüsel anlamda neye fayda sağladığı aşikardır. Biraz materyalist bir yaklaşım gibi görünüyor olsa da, cinsellik, üreme, türün devamı gibi olgular hiç tartışmasız ‘aşk’la doğrudan bağlantılıdır. Aşk, bir anlamda elit bir akşam yemeğinin ‘başlangıçlar’ı gibidir.
Aşka hayran olanlar için can sıkıcı bir ifade olacak ama, aşk çoğumuzun zannettiği gibi kalpte yaşanan bir şey değildir. Diğer tüm duygular gibi beyinde ortaya çıkar ve orada kayıplara karışır. Esasında, insanların ‘aşk’ olgusunu bu denli önemsemeleri ve yere göğe sığdıramaz bir tavır ve duygu içerisinde olmaları biraz şaşırtıcıdır. Çünkü aşk dediğimiz şey, kişinin cinsel ilgi duyduğu partnerine karşı hissettiği yoğun sevgi halinden başka bir şey değildir. İnsanın bugüne kadar yaratmış olduğu onbinlerce edebi eserde, aşkın çok özel bir duygu olduğu düşüncesi binlerce kez kuvvetle vurgulanmış olsa da, aslında bir o kadar da basit bir olgudur aşk. Tabii ki ona bilim penceresinden bakıldığında.
Aşk nasıl ortaya çıktı? Başka bir deyişle, aşk nasıl evrimleşti? Aslında bu soruyu kesin bir doğrulukla cevaplayabilmek pek mümkün görünmüyor. Ancak, aşkın evrimleşmesinin en temel sebebinin cinsellik olgusu olduğunu hemen söyleyebiliriz. Bunun sebebi de bütün canlı türlerinin genetik yapılarının ‘hayatta kalma’ ve ‘üreme’ üzerine kurulmuş olduğu gerçeğidir. Üreme, cinsel ilişkiyle gerçekleşmektedir ve hiç kuşkusuz aşk, hormonlara verdiği güçlü destekle cinsel birleşme ihtimalini en yüksek seviyeye çıkarmaktadır.
Aşkın bir diğer tuhaf yanı da şudur: Aşık olduğumuz partnere öylesine güçlü bir tutkuyla bağlanırız ki, onun yerine geçebilecek ikinci bir aday olması mümkün değildir. Üstelik bu bir seçim değildir. Kendiliğinden istem dışı olur. Neden dünyada milyarlarca insan varken o kişiye aşık oluruz? Hemen yakınımızdaki ‘o’ kişiye? Sebebi basit aslında: Doğa, herhangi bir karşı cins partner yerine, cinsel başarıyı sağlayabileceğimiz, istediğimiz, tercih ettiğimiz, bağlandığımız birini seçmemizi çok daha avantajlı bulmaktadır. İşte aşk bu yüzden evrimleşmiştir.
Herhangi bir canlı türüne ait bir bireyin, kendisiyle ahenk sağlayabilecek bir diğer bireyi içgüdüsel anlamda seçmesi, ‘cinsel seçilim’ olarak adlandırılmaktadır ve bu durum tabiatın en vazgeçilmez kurallarından biridir. Canlıların tüm içgüdüsel tavırları seçilime tabi tutulur ve en sonunda, bu davranış kalıpları kendi içinde özelleşir. Evrimleşmenin gerçek sebebi, doğru ve süreklilik arz eden seçilimlerdir. Cinsel seçilim, aşk ve buna benzeyen diğer tüm duyguları desteklemekte olduğundan, ortaya aşk dediğimiz olgu çıkmıştır.
Diğer tüm canlı türlerinden farklı olarak, insanlarda cinsel seçilim yalnızca fiziksel özellikler bakımından gerçekleşmez. Kişinin hayattan beklentileri, çevresiyle iletişim durumu, alışkanlıkları, ailesi ile olan ilişkileri gibi yüzlerce davranış kalıbı da cinsel partnerin belirlenmesinde çok ciddi bir rol oynar. Bu seçilimlerin gelecekte, bireylerin genetik yapısını etkileyeceği ve değişime sebep olacağı muhakkaktır.
Sonuç olarak; hepimize çok olağan dışı bir duyguymuş gibi gözüken ‘aşk’ olgusunun, aslında oldukça sıradan ve tanımlanabilir bir his olduğunu söylemek çok da yanlış olmayacaktır.
Ve aşkla ilgili son bir söz: “Aşk, karşılıklı bir yanlış anlamadır” – Oscar WİLDE