Ana SayfaBilimDin, Deizm ve Agnostisizm Üzerine

Din, Deizm ve Agnostisizm Üzerine

Gelişkin tüm canlı türlerinin tamamında, en temel duygu ‘korku’dur. Korku duygusu, beynin derinlerindeki amigdala dediğimiz bölümde ortaya çıkar. Bu bölüm, evrim sürecinin en başlarında gelişmiş olduğu için, en temel işlevlerden olan korkunun yönetilmesinden sorumludur. Nitekim, beynin ayrıntılı olarak fiziksel ve biyolojik gelişimi içten dışa doğru gerçekleşmiştir. İnsan beyninin ve ona bağlı sinir sisteminin milyonlarca yıl içerisindeki nörolojik gelişimi, zekayı ve beraberinde algı olgusunu ortaya çıkarmıştır. Algı ise türümüzün, doğada olup biten ve gözlemlenebilen tüm olayların, birbiriyle olan ilişkilerini ve aralarındaki etkileşimi çözmek adına çaba göstermesini ve doğayı anlama hususunda bazı nihai sonuçlara ulaşmasını sağlamıştır.

Deizm

Doğa; insan türü için av olma tehdidi taşımasının yanı sıra, büyük depremler, tsunamiler, şimşekler, toprak kaymaları, orman yangıları gibi, insanın o dönemlerde anlamlandıramayacağı tabii felaketler ile, güneşin doğumu ve batımı, ayın hareketleri, yağmur ve kar yağması, bulutların hareket etmesi gibi günlük olayların süregelmesini sağlayan döngüsel bir unsur olarak, anlaşılamaz ve korkutucuydu. İnsan, hem fiziksel, hem de zihinsel anlamda, tabiatın bu güçlerine karşı koyacak ya da onlarla mücadele edebilecek güçte değildi.

Buna karşın, tabiata hakim ve dolayısıyla tüm bu olayları kontrolü altında tutan, başlatıp durdurabilen, onları yönlendirebilen, gücü ve yetkinliği sınırsız uhrevi bir gücün, yani Tanrı ya da Tanrıların varlığı, insanoğlunun korkularını hafifletip, teselli bulmasını sağlayacaktı. Kısacası, insan türünün yeni yeni evrildiği antik çağlarda, Tanrı olgusunun temelinde güçlü bir korku unsuru hakimdi. Bu dönemlerde, insanın zeka ve algılama yetkinliği son derece gelişmiş olduğu halde, onun, çevresinde olup biten doğa olaylarını henüz doğru yorumlandıramıyor olması, evrimin ironik bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa, gücü sınırsız bir Tanrı fikri, yanıtı olmayan bir yığın sorunun kestirmeden cevaplanabilmesine kolaylıkla cevaz vermekteydi. Ayrıca, böyle bir Tanrının (ya da Tanrıların) mevcudiyeti, o çağlarda kafası hayli karışmış insan türünün, mental sağlığını da güvence altına almaktaydı.

Din

Tanrı olgusunun, çağlar boyunca böylesine kusursuz bir biçimde, nesilden nesile aktarılmasının gerçek sebebi, inanılan dinin esaslarının ve etkin haldeki mevcut ibadet ve ritüellerinin, bir bütün halinde çocuklara aktarılıyor olmasıdır. Şayet bu bilgi transferi sağlanamamış olsaydı, şüphesiz o topluluğa ait din yok olmaya mahkum olurdu.
Antik çağlarda bilim kavramı henüz sahnede olmadığından, hemen her güç Tanrı olarak tanımlanmıştır. Güneş Tanrısı, Karanlık Tanrısı, Gök Tanrısı, Denizler Tanrısı, Okyanuslar Tanrısı, ve daha pek çok Tanrı, yetkin olduğu gücün niteliğine göre adlandırılmış ve Tanrı olarak kabul edilmiştir. Yeryüzündeki irili ufaklı yüzlerce inanç türü birbirleriyle de etkileşerek nihayet bugünkü güncel dinleri ortaya çıkarmıştır. Bundan da anlaşılacağı üzere, Tanrı anlayışı, pek çok görüngüde olduğu gibi, geçen onbinlerce yıl içerisinde evrime uğramıştır.

Evrimin temel esasları gereği, güçlü ve etkin olan inanç sistemleri, varlığını sürdürmeyi başardı. Zayıf ve kolayca kabul görmeyen inanç sistemleri ise ortadan kayboldu. Günümüz dinlerinin varlıklarını devam ettirmeleri ve aynı zamanda yeryüzü üzerinde kalıcı hale gelmelerinde, onların imgesel varlıklarının payı yadsınamaz. Hristiyanlığın, çarmıha gerilmek suretiyle, acı çekerek öldürülen mesihinin, kendisinden sonra gelen ümmetinin gözünde simgeleşmesi ve akabinde bu dinin tüm dünyaya hızla yayılması, yukarıda belirttiğimiz duruma iyi bir örnektir. Günümüzde yeryüzünde hakimiyet kurmuş kitlesel dinlerin vaat ettiği ahiret hayatı, ilahi adalet, cennet-cehennem ve buna benzer bazı uhrevi olgular bu dinlerin mensubu olmak adına görece önemli avantajlardır.

Bilimin, geride bıraktığımız son iki yüzyıl içerisinde, canlı hayatı ve kainatın oluşumu gibi konularla alakalı bilinmezlerin bir kısmını çözerek, sıradan insanların bilişlerine aktarmasıyla, din ve Tanrı anlayışı yavaş yavaş değişmeye başladı. İnsanlar, kaynağı dogmatik kalıp ve öğretilere dayanan klasik din olgusunu sorgulamaya başladılar. Bu sorgularla birlikte, toplum içinde farklı inanış kalıpları şekillendi ve bu yeni ideler din felsefesi adına itibar görür hale geldi. Deizm, agnostisizm, teizm, monoteizm, ateizm, panteizm, politeizm, bunların belli başlılarıdır. Bu yazımızda son yüzyılda çokça anılmaya başlanan, deizm ve agnostisizm ‘düşün’leri üzerine kısaca bilgi verilecektir.

dinler

Deizm, (Yaradancılık) ilahi bir mumsema (vahiy) veya herhangi bir dini kurum vasıtasıyla öğrenilmiş ve deneyimlenmiş her çeşit ilahi öğretiye, inanmayan ve onu reddeden, ancak muayyen bir dini-özneler bütününe tüm insanların yaradılış gereği haiz olduğunu veya ona akli yoldan ulaşılabileceğini iddia eden biliş ve inanışların tamamıdır. Deizme göre, ilahi yetkinlik ve yaratma gücü yine Tanrı’ya aittir. Ancak O, bundan sonraki hiçbir eyleme müdahil değildir. Bu inanç sistemine göre, din aklın kullanılması ile, beşerin özünden beslenir. Deizm, vahye inanmaz, onu ‘dogmatik’ ve ‘müsamahadan yoksun’ ifadeleriyle tanımlar. Deizm yanlıları için, tabii din, her çeşit güvensizlik ve işkilden soyutlanmış olmalıdır. Bu sebeple, insan aklıyla keşfedilmiş tüm etik değerleri asıl doğru olarak tanımlar ve günümüz semavi dinlerinin sonradan ilave ettiği düşünce ve bilişleri kesin bir dille reddeder.

Deizmde, diğer tüm dinlerin vazgeçilmez unsurları sayılan, doğa üstü olaylar, dinin aracısı olarak kabul gören mesih, nebi ve peygamberler, ahiret hayatı, cennet-cehennem, kader, kutsal kitap, şeytan, melek, cin gibi öğeler ile, ibadet etme, sevap ya da günah işleme, dua etme, kadere inanma gibi dogmatik eylemler yoktur ve tüm bunlar batıl sayılır. Sağduyulu düşünmek ve hareket etmek son derece önemlidir ve mutlak amaç olan erdemli insan olabilmek için aklın doğru kullanılması gerekli ve yeterlidir. Tanrıyı bulmak için hiçbir aracıya ihtiyaç yoktur ve Tanrı inancı us yoluyla idrak edilebilirdir. Darwin’in evrim teorisini bütünüyle kabul eden deizm, insanın bugünkü fiziksel haliyle yaratıldığına inanan semavi dinlerin kadim öğretilerine de ters düşmektedir. Günümüz filozof ve felsefe yazarlarının çoğu, deistlerin yakın bir gelecek için potansiyel ateist konumunda olduklarını düşünmektedirler. Ancak araştırmalar, deist bir insanın, ömrünün sonuna kadar, ateizme meyletmeden, aynı inançla yaşamına devam edebildiğini göstermektedir.

dinler

Deistlik, pandeizm, panendeizm, spiritüel deizm gibi inanca ilişkin alt grupları da kendi içinde barındırmaktadır. Bunlar, temelde birbirine çok benzeyen, yalnızca detaylara inildiğinde bazı farklılıklar gösteren din öğretileridir. Bir diğer önemli inanç formu ise, ‘agnostisizm’ yani ‘bilinmezcilik ya da bilinemezcilik’tir. Agnostisizm, Tanrının var olup olmadığının, kainatın nasıl ve kim tarafından yaratıldığının ve yönetildiğinin bilinmediğini ve hatta bilinemeyeceğini öne süren bir düşünceler bütünüdür. Bu akımın getirdiği inanç formuna inananlara agnostik denir. Agnostisizm, ilk kez XIX. Yüzyıl ortalarında felsefe literatürüne girmeye başlamıştır. Ama bunun çok daha öncesinde, benzer düşüncelere sahip insanların var olduğu bilinmektedir. Agnostiklerin büyük bir bölümü, genel anlamda Tanrının var olup olmadığının kesinlikle bilinemeyeceğine inanmaktadır. Bazıları bu kişileri güçlü-agnostik diye adlandırır. Azınlıkta olan diğerleri ise, Tanrı hakkında herhangi bir bilgileri olmadığını, yine de O’nun bilinme ihtimalinin varlığından söz edilebileceği yönünde görüş bildirir.

Agnostisizmin temelindeki en belirgin olgu, şüpheciliktir. Agnostiklere göre, dinle alakalı tüm bilinenlere kuşkuyla yaklaşılmalı ve bu konular sonuna kadar inceden inceye araştırılmalıdır. İnsanların çoklukla, bu dini akımın ateizmle bir bağlantısı olduğuna ilişkin yanlış bazı düşünceler içinde olabildiği görülmektedir. Adı geçen iki düşünce formu, temelde birbirlerinden çok farklı konumdadır. Aralarındaki en belirgin fark, agnostisizmin Tanrının var olmadığına ilişkin herhangi bir görüş bildiriyor olmayışıdır.

Agnostisizmin esasını oluşturan Tanrının var olup olmadığının bilinemeyeceği görüşü, ilk bakışta anlaşılması zor bir olgu gibi gözükür. Buradaki mantık şöyle açıklanabilir: Agnostisizme göre, öz bakımından Tanrı, yeryüzündeki dinlerin dayattığı, Mesih, kutsal kitap, ibadet ritüelleri, ahiret dünyası vb. insana özgü materyallerle tanımlanması mümkün olmayan, uhrevi bir varlıktır. İnsan Tanrıyı anlayamaz. Çünkü feraseti yetersizdir ve ancak insancıl, yani acizane bir anlayışla düşünmekte ve dolayısıyla Tanrıyı tam manasıyla bilememektedir. Bu durumda, Tanrıyı anlayamamamız sonsuza dek sürecektir. Çünkü, ancak Tanrıya özgüymüş gibi gözüken mucize olaylara şahit olsak bile, bu mucizelerin, örneğin bizden çok daha gelişmiş bir uygarlık tarafından gerçekleştirilmiş olabileceği fikri, Tanrıyı bulamadığımız anlamına gelecektir.

Bilinemezciler, bilim ne kadar ileri giderse gitsin, Tanrının bilimle keşfedilmesinin mümkün olamayacağı, O’nu açıklamak için seküler değil, daha çok metafiziksel bir etkileşim olması gerektiği görüşlerini savunurlar. Buna rağmen içlerinden bazıları, çok daha sonraki yüzyıllarda bu keşfin yapılmasının halen ihtimal dahilinde olduğu görüşündedir.
Yukarıda özetlemeye çalıştığımız iki farklı görüş, özellikle Tanrı anlayışı bakımından, bildiğimiz semavi dinlerden önemli farklılıklar arz etmektedir. Çünkü, semavi dinlerdeki iyi, mükemmel, hem Tanrı gibi hem de insan gibi düşünebilen, merhametli, kötü insanları iyilere karşı gerekirse cezalandıran, olup biten her şeye müdahil bir Tanrı, deizmde ve agnostisizmde yoktur. Onun yaratıcı bir gücü vardır, ancak diğer vasıfları belirsizdir.

Bazı istisnaları göz ardı edecek olursak, insanlar artık, dini inancın diğer bireyler için ne anlama geldiğini, ne kadar hassas ve öznel bir değer olduğunu kavrayabilmekte ve bu konuda daha eşduyulu davranış biçimleri geliştirebilmektedir. Avrupa’lı, Hristiyan bir dindarın Tanrı sevgisinin, Hinduizme mensup bir Asya’lının, Brahma’yla arasındaki manevi bağdan daha üstün ya da evrensel anlamda daha doğru olduğunu söyleyebilir miyiz ? Bu çok saçma olur tabii. Çünkü inanç özneldir ve ‘doğru ya da yanlış inanış’ diye bir sınıflama yapılması mümkün değildir. İnanıyoruz ki, yeryüzündeki medeniyet dediğimiz olgu, insanların tamamının, birbirlerinin inancına ya da inançsızlığına koşulsuz ve ayrımsız saygı göstermeye başladığı gün varlığını gösterecektir.

Lev Tolstoy’dan :
İnanç, yaşamanın gücüdür.

Cenk Demirarslan
Cenk Demirarslan
DÜŞLERİ ÖLDÜRMEK kitabının yazarı. İstanbul doğumlu, İstanbul Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği bölümünden 1988 yılında mezun oldu. Bilim, hayatının vazgeçilmez bir parçası. Bunun dışında felsefeyle de ilgileniyor. Bilimsel araştırmalar, doğa sporları, sinema, tiyatro, sahne sanatları, ve müzik başlıca ilgilendiği etkinlikler. Amatörce resimle de uğraşıyor. İnsanın, ancak ruhsal ve zihinsel anlamda geliştiği sürece yaşamına devam edebileceğine inanıyor ve kendisi sıkı bir hümanist.

21 Yorum

Subscribe
Bildir
guest
21 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları göster
Arıcılık Malzemeleri

Yeni Yazılar

Mühendislik Maaşları

Bunları Gördünüz mü?