Ana SayfaBilimKodlamayan DNA

Kodlamayan DNA

Kodlamayan DNA; 1950li yıllarda Watson ve Crick’in DNA yapısını açıklamasından 10 yıl sonrasına kadar DNA’nın sadece protein bilgisi işleyerek bu bilgileri yeni nesillere aktardığını düşünüldü. Fakat yapılan araştırmalarda bunun böyle olmadığı görülmüştü. DNA’nın çok küçük bir yüzdesi bu görevi üstleniyordu, geri kalan kısmın da ne tür işlemler yaptığını bilenemeyince o bölgelere “Protein Kodlamayan DNA” adı verildi. Genomun % 98 ine yakın kısmını oluşturan bu DNA ya sonralarda artık “psödogen (çöp DNA)” (İng. “junk DNA”) denmeye başlandı.

kodlamayan dna

Oysa çöp olarak adlandırıldığı dönemde dahi Adli vakalarda başrolü oynayan ve test edilen DNA kısmı ‘çöp DNA’ dan başkası değildi!… Gerçekten Adli tıpda kullanılan DNA testi aslında bu çöp DNA’ daki nükleotidlerin dizilimini ortaya koyar. Bu dizilim insandan insana farklılık gösterir. İnsan genomunu araştıran uluslararası kurum olan Encode (Encyclopedia of DNA Elements) projesindeki bilim insanları DNA’mızın büyük kısmının işlevi olduğunu savunuyordu.

Nihayet ENCODE projesinin açıklanan sonuçlarına göre bilinen transkripsiyon faktörü bağlanma dizilerinin genom düzeyinde benzerlerinin araştırılması ile gen anlatımını kontrol etme potansiyeli taşıyan 4 milyon bölge tespit edildi. Bu düzenleyici bölgeler toplamda genomun yaklaşık %8.5’ini kaplıyor. Diğer transkripsiyon faktörlerinin baz alınmasıyla daha fazla bölgenin tanımlanabileceği ve toplamda düzenleyici bölgelerin genomun %18’ine ulaşabileceği belirtiliyor.

Daha çarpıcı bir sonuç ise genomun %80’inin aktif olduğunun ortaya çıkarılması. Bu %80’lik bölümün önemli bir kısmı transkripsiyona uğrayarak RNA çeşitlerinin sentezlenmesinde görev alıyor. İşte son dönemlerde bu bölgeler üzerine yapılan araştırmalar sonucu adeta “DNA yeniden keşfedilmiş” diyoruz.

Princeton Üniversitesi ve Indiana Üniversitesi’nde, bir gölet organizmasının genomunu araştıran bilim adamları, “(junk)çöp DNA”nın pek de çöplük olmadığını keşfettiler. İşe yaramaz genom olarak gördükleri “Junk DNA” bölgelerinde bulunan DNA dizilerinin, organizmanın esas fonksiyonlarını yerine getirdiğini keşfettiler. Araştırmada, bu genlerin organizmanın gelişmesinde gerekli olan, tüm genomun akrobatik şekilde yeniden düzenlenmesini teşvik ettiği sonucuna vardılar

Artık İnsan genomunun bir zamanlar çöp DNA olarak adlandırılan DNA parçalarının milyonlarca gen anahtarları ile dolu olduğu düşüncesi hakim. Fakat şuan da “psödogenler” dediğimiz genlerin artık çok önemli olduğunu biliyoruz.

İşe yaramaz denilen çöp DNA’lar, kodlayan DNA’ları (yani genleri) kodluyorlar. Yani hiyerarşik bir yönetim kadrosu gibi kademeli ve gizli bir komut sistemi var DNA da ve ilginç olan da DNA nın bu özelliği aynı zamanda kendini de kodluyor olduğunu gösteriyor

  • Hangi proteinin nerede, nasıl ve ne kadar, ne zaman kodlanacağını; ne zaman durdurulup ne zaman başlatılacağını;
  • Hangi genin hangi genle ya da hangi proteinin hangi proteinle birleştirileceğini; nereden nereye götürüleceğini;
  • Hangi hücre ve dokunun hangi organda ne kadar ve ne zaman yapılacağını;
  • Büyüme ve gelişmenin nerede nasıl düzenleneceğini;
  • Kök hücrelerin nerede hangi hücre, doku ve organlara dönüşeceğini;
  • Hangi genin hangi koşullarda susturulup çalıştırılmayacağını ya da daha önce sessiz kalıp fonksiyon göstermeyen hangi genin hangi koşullarda yeniden çalışmaya başlatılacağını;
  • Bir gen okunurken hangi bölümün okunup hangi bölümün okunmayacağını, ne zaman, nereden nereye atlanacağını;
  • Hücrelerin hangi koşullarda çoğaltılacağını ya da öldürüleceğini;
  • Ne zaman kanser geliştirileceğini, hücre çoğalma ve bölünmesini, kromozomların yapısını, belirleyen bir nevi şalter çöp (!) DNA’lar…

Özetlersek önemli işlevleri:

  • Genleri sarmalayarak kopyalama esnasında zarar görmelerini engeller.
  • Canlıların karmaşık metabolizmasını anlamada bize yardımcı oluyor.
  • Tüm genetik kodlamaları yönetir ve kontrol eder.

Çöp DNA” temel kodumuzun gizli ve uyuyan güncellenmesinden başka bir şey değil…

2010 yılında Singapur Genom Enstitüsü tarafından yayınlanmış olan çalışmada çöp DNA olarak adlandırılan bu bölümde birçok farklı transkripsiyon ile türler arası farklılığı belirlediği keşfedildi. Yapılan araştırmalarda bu genlerin bazen genom çevresinde yeni bölgelere dağılarak o bölgenin tüm etkinliklerini değiştirebildiği anlaşıldı. Bu da türler arası farklılıkların açıklanabilmesi için çok büyük önem taşıyor.

Şuanda düşünülen, türler arasında genetik dizilimin aynı olup fenotiplerin bu kadar farklı olmasının sebebi araya giren bu çöp DNAlar olduğu. Georgia Teknoloji Enstitüsü’nde yapılan başka bir araştırmayla da, insan ve şempanzelerde genetik bilgilerin saklandığı bölüm çevresindeki DNA parçalarının eklenmesi ve çıkarılmasında çok büyük farklar olduğu, bu yüzden de genlerin işlevinin değiştiği doğrulandı.

Rus biyofizikçi ve moleküler biyoloji uzmanı Pjotr Garjajev ve çalışma arkadaşları yeni nesil genetik bilimi adına önemli araştırmalar gerçekleştirdiler. Bu araştırmalara göre DNA aldığı bilgiyi aktarmakla kalmıyor, onu absorbe ederek işleyebiliyor. Ekipteki Vladimir Poponin’in DNA’yı bir deney tüpüne koyarak üzerine daimi lazer ışını tutmasıyla başlayan deneylerde ilk sonuçlar, DNA tüpten alındığında bile ışığın hala onun formunu göstermeye devam etmesiyle elde edildi. Bu ilginç duruma “Fantom (Hayalet) DNA etkisi” dendi.

Bu deneyden çıkarılanlara göre, DNA uzay –zamanda bir çeşit vakum etkisi yaratıyor ve mikroskobik kurtçuk delikleri oluşturuyor. Genel Görelilik kuramının da varlığını tahmin ettiği kurtçuk deliklerinin bizzat canlı organizmalar tarafından yaratıldığı ihtimali var. İşte DNA’nın yok edilmesine rağmen, şeklinin lazer ışıması ile hala görülebiliyor olması da bu kurtçuk delikleri sayesinde bilginin enerji formatında orada tutulmaya devam edilmesi.

Bu keşif aynı zamanda insan hayatında ses frekanslarının ve titreşiminin önemine işaret etmektedir. Günümüzde hala açıklanamayan mistik olayları da açıklıyor; Hayalet DNA etkisi.

Örneğin, bazı insanlarda rastlanan geleceği tahmin edebilme yeteneği, sezgiler, aniden beliren ya da bir anda kaybolan hastalıklar bunlardan bazıları. Çünkü deneyde kaydedilen veriler, canlı organizmaların genetik miraslarını kullanarak bir kuantum iletişim alanı yaratabileceğini, bu alandan bilgiyi çekerek işleyebileceğini gösteriyor.

Uzun yıllar önce kuantum fiziğinde de kabul edilmiş olan bu duruma “Kuantum Dolanıklık” denmekte. Kuantum Dolanıklık, cisimlerin birbirinden uzak olsa da cisimler arasında bilgi alışverişi olabileceğini söylüyor.

Aslında doğada böyle bir iletişim sistemi kullanılmakta. Örneğin, kuş ve kelebekler, göçleri esnasında böyle iletişim kuruyorlar. Bu yüzdendir ki, bu yolu ilk kez kullanıyor olsalar da gidecekleri yeri rahatlıkla buluyorlar. Ayrıca bitkilerinde birbirlerine böyle sinyaller yollayarak böceklerden korundukları biliniyor.

Ve bu avantajlı durumun dezavantaj getirisi de bizim radyasyondan etkilenmemiz. Bu nasıl oluyor?

Açıklayacak olursak, çöp DNA bölgesinde yine bu ışımalar (yani zararlı radyasyon) absorbe ediliyor ve bunun sonucunda yaşanan genetik bozulmalar tümörleri meydana getiriyor.

Deneyin herkesi şaşırtan bir diğer sonucu ise çöp DNA’ da ki genetik bilgilerin, günümüzde kullandığımız diller ile yapısal olarak benzer özellikler taşıyor. Bu yapı sadece psödogen bölgesinde var. Tuttuğu bilgiyi bir kurala göre işleyen DNA adeta bir biyolojik dil kullanıyor, bu da bizim kullandığımız dilbilgisi kurallarıyla örtüşen bir yapıda.

Dilbilimciler şimdiye kadar dilin kökeni ile ilgili yaptıkları araştırmalarda bir sonuca ulaşamadılar, fakat bu deney belki de dillerin kökeni hakkında dil bilimcilere ışık tutacak. Diğer araştırmalardan bir tanesi de DNA yapısını oluşturan kodlamalar, kendisini farklı dizilimler meydana getirecek şekilde değişikliğe uğratabilmekte. Bu keşif, çöp DNA’nın çok önemli bir görevi olduğunu ortaya koydu.

Tüpteki DNA’ya lazer ışını tutulduğunda, deneyi gerçekleştiren bilim adamları bu ışığın dalga boyunda olan bir takım özel kodları da aktarmayı başardılar; ses frekansı ile iletilen sözcükler.

Araştırmanın da en enteresan yanı, konuşma dilinin ışık dalgaları gibi DNA’ya aktarıp programlama yapılabilmesi. Tabii ki bu programlama için belirli frekanstaki titreşimler yayılmalı.

Garjajev’in bu dilbilimsel kodlama ile geliştirdiği yöntemle yaratılan yeni nesil lazer tedavisi, Avrupa’da ki birçok akademik hastanede kullanılmaya başlandı bile. Özellikle cilt kanserinin tedavisinde en ufak bir leke bırakmadan tümörün yok edilmesi mümkün kılınıyor.

Bu tür çalışmalar yapan bir başka bilim insanı ise Fritz-Albert Popp. Popp uzun yıllar insan vücudunun yaydığı ışık oranı üzerine araştırmalar yapmış ve bu çalışmalardan önemli veriler elde etmiştir.

Bu elde ettiği veriler ise DNA’nın ahenkli dalgalar yaydığını ispatlıyor. Garjajev’in bulguları ise bir adım ötede olup, DNA’nın sadece verici değil aynı zamanda alıcı da olduğunu kanıtlamakta. Deneyin ilerleyen kısımlarında, hücreleri tekrar programlayarak farklı türlerin embriyoları arasında bilgi aktarımı gerçekleştirilmiştir.

Kısacası aslında sadece ses frekansıyla ve ışığın titreşimi kullanılarak genetik yapıda muazzam bir değişiklik yapılabileceği deneysel olarak kanıtlandı. Ve DNA’nın keşfinden beridir ne olduğu bilinmeyen çöp DNA’da suskunluğunu bozmuş oldu. Tüm bunlar için Garjajev ve ekibine teşekkür etmeliyiz.

Bu deneylerde görev alanlar:

  • Pjotr Garjajev – Moleküler Biyoloji Uzmanı
  • Peter Gariaev – Biyofizik
  • Vlademir Poponin – Biyofizik
  • Fritz-Albert Popp – Biyofizik

*Ayrıca deneyde görev alan embriyoloji ve dilbilim alanından görevliler de var.

Fantom etkisine sahip DNA uzaklaştırıldıktan sonra, aktive edilmiş kurtyeniği vasıtasıyla enerjinin uzay ve zamanın dışından hala aktığı tahmin ediliyor. İnsanlarda ayrıca hiperiletişimde çok sıkça karşılaşılan yan etki, ilgili kişilerin etrafındaki açıklanamayan elektromanyetik alanlardır. CD çalarlar gibi elektronik aletler ve benzerleri saatlerce tahriş olabiliyor ve çalışmayabiliyor.

Elektromanyetik alan yavaşça dağıldığında, aletler tekrar normal şekilde çalışıyor. Çoğu şifacılar ve psişikler bu etkiyi kendi çalışmalarından bilirler. “Networked Intelligence” (Şebekelenmiş Zeka) adlı kitaplarında, Grazyna Gosar ve Franz Bludorf bu bağlantıları açık bir şekilde ve tam olarak açıklıyorlar. Yazarlar ayrıca ilk zamanlarda insanların, hayvanlarda olduğu gibi, grup bilinçliliğine çok güçlü şekilde bağlı olduğunu ve bir grup olarak hareket ettiğini farzeden kaynakları zikrediyorlar.

Bireyselliği deneyimlemek ve geliştirmek için, biz insanlar hiperiletişimi hemen hemen tamamen unutmak zorundaydık. Şimdi, bireysel bilinçliliğimizde oldukça değişmez olduğumuzdan, grup bilinçliliğinin yeni bir formunu yaratabiliriz, DNA’mız vasıtasıyla tüm bilgiye erişim elde edeceğimiz bir form; bu bilgiyle ne yapılacağı ile ilgili uzaktan kontrol edilmeden ve zor kullanılmadan.

Şimdi biz biliyoruz ki, internette olduğu gibi, DNA’mız networke (şebekeye) kendi doğru verisini besleyebilir, networkden bilgi çağırabilir ve networkteki diğer katılımcılar ile temas kurabilir. Uzaktan şifa, telepati veya “uzaktan duyu/hissetme” ve buna benzer durumlar böylece açıklanabilir.

Araştırmacılara göre Grup bilinçliliğini geliştirmiş bir insanlık, ne çevresel sorunlara sahip olur ne de enerji kıtlığına. Çünkü, zihinsel gücünü birleşik bir uygarlık olarak kullanırsa, doğal bir sonuç olarak kendi yuvası olan gezegenin enerjilerinin kontrolüne sahip olur. Ve insanlık yeni bir tür grup bilinçliliğine doğru kollektif olarak ilerliyor.

Hülya Reis
Hülya Reis
"İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Biyoloji Bölümü mezunu- Radyobiyolog"

2 Yorum

Subscribe
Bildir
guest
2 Yorum
Inline Feedbacks
Tüm yorumları göster
Arıcılık Malzemeleri

Yeni Yazılar

Mühendislik Maaşları

Bunları Gördünüz mü?