Makalenin amacı, Ortaçağ devrinde var olan iki değişkenin arasındaki bağlantıyı işlemektir; bu değişkenler “epidemik hastalıklar” ve “insan gücü gereksinimi” kavramlarıdır. Bu çağda, salgın hastalıklardan ötürü ciddi ölçüde ölümler oluşmuş, nüfusta önemli düşüşler gerçekleşmiştir. Bu ölümler devrin iktisadi yapılarını destekleyen tarım ve besiciliğe etki etmiştir. Bu yüzden gereksinim hissedilen insan gücüne daha çok ihtiyaç duyulmuş, çalışan gereksiniminde artma oluşurken, emek ve köle ücretlerinde de yükselme gerçekleşmiştir. Böylece, bu makale aracılığıyla Ortaçağ devrinde farklı senelerde yaşanmış salgın hastalıkların sosyal ve iktisadi yansımaları ele alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Salgın hastalıklar, Ortaçağ, salgın hastalıkların nedenleri, salgın hastalıkların etkileri, şehir yönetimi, derebeylik, nüfus
Abstract
The purpose of this article is to explain the relationship between two variants existed in medieval; these two concepts are “epidemic diseases” and “manpower demand”. In this age, deaths and decrease in population at high quantites occured due to epidemic diseases. Those deaths effected agriculture and stockbreeding those supported economical structures belonged to medieval. Therefore required manpower was much more needed, whilst manpower demand increased, labour and slave price also increased. Thus, by way of this article, social and economical reflections, regarding epidemic diseases occured in various years in medieval, are handled.
Keywords: Epidemic diseases, Medieval, causes of epidemic diseases, effects of epidemic diseases, urban management, feudality, population, pandemic.
Giriş
Hastalık yapan bir mikrop ya da virüs insan bedenine nüfus ederek yer eder ve üremeye başlar. Enfeksiyon sonucunda “epidemik rahatsızlık” yer, iklim, iktisadi ve sosyal şartlar, milletlerin yaşayış seviyesi ve temizlik düzenleriyle bağlantılıdır. Epidemik rahatsızlıklar bazı zamanlarda salgınlara yol açarak, halk sağlığına önemli zararlar verebilirler. Zarara yol açan salgınlar anakara ve anakaralara etki eden yaygın salgınlara yol açabilir. (Arık, 1990, s. 27)
Epidemik rahatsızlıklar ve yoklukların insan hayatında negatif yansımaları vardır, bu yansımalar da sosyopsikolojik, iktisadi ve nüfusa dair problemleri de gün yüzüne çıkartmaktadır. Su kıtlığı benzeri tabii yıkımlarla yoklukların ortaya çıktığı, bu yoklukların peşinden de epidemik rahatsızlıkların oluştuğu gözlemlenmektedir. (Kaya, Kıyılı, 2009, s. 412)
Kişilerin, yaşadığı ortamlarını devamlı değiştirmek, öteki türleri yerlerinden etmek hususunda yeteneklidirler. Günümüzde de geçmiş zamanlarda da bu sebeple bilinçsizce normal olmayan şartlar meydana getirmişlerdir. Büyük ölçülerde epidemik rahatsızlıkların gün yüzüne çıkması ve ivedilikle dağılmasında insan öğesi en baştaki sebeptir. Kişilerin sıkışık düzendeki yaşam alanları, mikroorganizmaların gelişimi açısından oldukça müsait yerlerdir. Şehirler, atık yığınları oluşturmada, suyu ve atmosferi kirletmede benzersizdir. Kişiler, atık sahalarının kenarlarına yerleşmeye başladıklarında, mikroorganizmalara hızlı bir biçimde maruz kaldılar ve birçok hastalığa sahip oldular. Su kıtlığı, don, verimsiz tarım yöntemleri ve buna yakın nedenlerden ötürü yoklukla yüz yüze geldiler.
Devam eden tarım faaliyetleri, ek tarım bölgelerinin oluşturulması, ormanların katledilmesi kemirgen hayvanlarla, kaşındıran ve kanla beslenen böceklerle kişileri yakınlaştırdı. Bu canlılar, beraberlerinde pandemik rahatsızlıkları getirdiler. Yığınla insanların hayatlarını sürdürdükleri şehirler kuruldukça, kitlesel ölümler de çoğaldı. Salgın hastalıklar şehir popülasyonunu düşürdükçe, birtakım şehirler ıssızlaştı. Devlet yöneticileri, din personelleri ve politikacılar şehirlerdeki popülasyonun düşmesiyle başa çıkabilmek için köyde yaşayanları erkenden evlenmeye ve birden fazla çocuk edinmeye yönlendirdiler. Pandemik rahatsızlıklar, yokluk ve yıllar alan çatışmalar, Avrupa kıtasını bilhassa Ortaçağ devrinde büyük derecede etkilemiştir. Bu zamanlarda Avrupa’da kişiler, benzersiz bir şekilde, epidemik rahatsızlıkların meydana getirdikleri salgınlarla savaşmaya mecbur olmuşlardır. Tarihsel akış içerisinde pandemik rahatsızlıklar ve kitlesel ölümlerin meydana gelişinin en önemli unsurları içerisinde tarımla geçinen toplulukların ilerleyişi yer almaktadır. Kişilerin, canlılar yoluyla bulaşan rahatsızlıklara maruz kalması, yerleşim alanlarında düzen kurma aşamasında sağlıklı su edinme zorluğu, değişik alanlarda yaşam süren kişilerle ilişkisinin çoğalması ve şehirlerin oluşmasıyla beraber kişilerin birlikte yaşam sürmesinin neticesinde yayılan devasa salgın hastalıkların gerçekleştiğine rastlanmaktadır. (Özden, Özmat, 2014, s. 60-87)
14. yüzyıl Orta çağ dönemi Avrupa’nın geçmişinde mühim devirlerden bir tanesidir. Bu devirde her yönden birçok yeni olaylar vuku bulmuştur. Her şeyden önce, bu çağda esasen hükümet yetkilileriyle içinde bulundukları fikir ayrılıklarına bağlı kilise hakimiyetinin git gide tükenişe doğru gittiği gözlemlenmektedir. (Spielvogel, 2009, s. 232)
Toplumdaki insanlar birtakım doktrinleri sorgulamaya başlamış ve akabinde de abartılan öğeleri fark etmişlerdir. Bu olay hükümet eden kral ve din personellerinin arzularını dilediği gibi ifa etmelerinin engellenmesine sebep olmuştur. Çünkü toplum insani haklarını edinmek yolunda ayaklanmalara kalkışmış ve başarı elde etmiştir. Ayaklanmaların tek nedeni toplumun isteklerinin yerine getirilmemesi değildir. Bahsi geçen yüzyılda Avrupa halkı çeşitli savaşlar, yokluklar ve rahatsızlıklarla uğraşmak mecburiyetinde kalmıştır. Böylece bilhassa köylerde yaşam süren toplumun sırtına benzersiz yükler yüklemiştir. Devlet yönetiminden gereksinim duyulan yükün azaltılmasıyken, devlet kaybını kompanse etmek için vergileri yükselterek ya da birçok insanı zaruri bir görevmişçesine orduya katarak, toplumu zorlama yöntemini tercih etmiştir. Bir ihtimalle de böyle bir şey yapmaya zorunlu hissetmiştir ancak özetle ağır koşullarda ezilen toplum ayaklanma yoluna gitmiştir. Salgın hastalıkların meydana geldiği dönemdeki politik konjektür gözlemlendiğinde İtalya’da, papa ile Cermen soyundan gelen Roma hakimiyeti arasında, papalık hükümetlerinin idaresini amaçlayan devamlı bir çatışma durumu olduğu gözlemlenmektedir. Venedik Devleti ve Ceneviz Devleti`nin alım – satım noktaları arasında fikir ayrılığı bulunur. Savaş hali İskoçya, Britanya İspanya, Burgonya Dükalığı, ve Almanya`da bile bulunmaktadır. Fikir ayrılıkları arasındaki en önemlisiyse İngiltere Devleti ile Fransa Devleti arasındadır, günümüzdeki Fransa’nın güney bölgesindeki topraklarının vaziyeti hususundadır ve Yüzyıl Savaşları olarak adlandırılan savaşların gerçekleşmesine sebep vermiştir. Söz konusu çatışmalar 1337`de patlak vermiş, 1453`te bitmiştir. (Slavicek, 2008, s. 20).
Ortaçağ’da meydana gelen salgınlardan biri veba salgınlarıdır. Her şeyden önce vebanın ne tip bir rahatsızlık olduğunu ve meydana gelme sebeplerini incelemek lazımdır. Ortaçağ döneminde veba üç çeşide sahip bir rahatsızlıktır: hıyarcıklı veba, septisemik veba ve pönomik veba. Avrupa’da genellikle rastlanan türü hıyarcıklı tiptir. Hıyarcıklı veba, yersinia pestis adındaki mikrop ile hasta olmuş bir kemirici hayvandan ötekine, yaydıkları pireler vasıtasıyla bulaşmaktadır. Kemirici hayvanların farklı tipleri vardır: marmotlar , tarla sincabı ve bir diğeri çayır köpekleri vd. Ancak enfeksiyonu insana aktaran farelerdir, bilhassa da kara farelerdir; onlar kişilerin yaşam alanlarındaki azılı kemirgenlerdendir. Veba epeyce zaman kemirici hayvanların popülasyonu arasında bulunmuştur. Hayvan teleflerinin miktarı çoğalınca da yaydıkları hastalıklı pireler yaşam yerlerindeki insanlara bulaşmıştır ki bu canlılar taşıyıcı durumdadır. (Hays, 2010, s. 37-38)
Ortaçağ’ın salgın hastalıklarından biri de cüzzamdır. Bütün salgın hastalıklar için veba sözcüğünün kullanımıyla aynı şekilde, Ortaçağ’da cüzzam sözcüğü de sedef ve deri dökülmesi gibi bulaşıcı olmayan deri rahatsızlıklarını anlatmak amacıyla kullanılmaktaydı. İbrani toplumunca, Yunan toplumunca ve Roma halkınca yaygın olan bu rahatsızlık Avrupa’nın kuzeyinde VI. ve VII. yüzyıllarda rastlanır oldu. XIII. ve XIV. yüzyıllardaki dehşetengiz çoğalışın sebebi haçlı seferleri esnasındaki toplum hareketleriyle ilişkilendiriliyordu (Garrison, 1929, p.178-192). Cüzzamlı insana tatbik edilen önlemler uzaklaştırma ve damgalama biçimindeydi (Niedermeier, 1982, s.76-85). Cüzzam gibi öteki salgınlarda da doktorların vurdumduymazlığına mükabil kilise hastalık sahiplerini ve etrafındaki insanları güvende tutmak amacıyla, onları toplumdan tecrit etmede başı çekti. Bu şekilde Avrupa toplumlarında salgın hastalıklar sebebiyle koruyucu hekimlik dalında ufak boyutta birtakım mesafeler alınmış oldu. Museviliğin kutsal kitabı ve tecrübeler cüzzamın epidemik bir hastalık olduğunu ve hastaları birbirinden ayrı yerlerde tutmanın zorunluğu olduğu yargısına götürmüştü (Eren, 1996, s. 214-215, 224, 420-439). Cüzzamlıya birlikte yaşadığı topluluktan koparmak amacıyla bir veda merasimi yapılırdı ve nihayetinde papaz aracılığıyla cüzzamlının takip etmesi gereken yasaklar söylenirdi; umumi su kuyularını kullanmamak, çocuklarla temas etmemek, kiliseye ayak basmamak vd. Ortaçağ doktorları cüzzamı tenasül ile transfer olan bir rahatsızlık biçiminde ifade etmişlerdir. Cüzzamlılar mülkleri üzerindeki haklarını kaybederler, Hıristiyan mezarlığına gömülemezlerdi. 13. yüzyılın ortalarında Londra ve Paris sokaklarında cüzzamlıların dolaşması yasaklandı (Nikiforuk, 2000, s.49-146). Uğursuz bakışlarıyla suları pislettikleri ve salgın hastalıklara sebebiyet verdiklerini iddia ederek durumu olmayan hastalık sahipleri, Fransa’da 1309, 1316 ve 1321 senelerinde, Almanya’daysa 1321 yılında batıl inançlı bir topluluk aracılığıyla diri diri ateşe verilmişlerdir (Niedermeier, 1982, s.76-85). Ortaçağ’da cüzzamlı insan halktan tecrit edilerek bir nevi idam hükümlüsü biçiminde tek başına gezinmekte, açık alanda küçük bir ahşap evde tek başına hayatını sürdürmekteydi. Cüzzamlılar sağlık açısından iyi olanları ikaz etmek maksadıyla çan, ihtiyaç duyduklarını göstermek amacıyla sopa, su kabı ve sadaka çanakları bulundurmaktaydılar. Cüzzamlıların değişik giyinmesi zorunluydu (Lewis, 1998, s.60-65). Heine, “Lüneburger Chronik” adındaki kitabında bu vaziyeti şu biçimde anlatmıştır: “Yaşayan ölüler, yüzlerini bir başlıkla örterek baştan aşağı örtünmüş bir biçimde orta yerde bir ileri bir geri gezinir, ellerinde Lazarus çanı olarak isimlendirilen bir çanla gelmekte olduklarını tam vaktinde bildirerek kişileri yollarından uzaklaşmaları için ikaz ederlerdi” (Garrison, 1929, p.178-192).
Avrupa ülkelerinde cüzzam hastalığından geriye kalan hastaneler vardır. Cüzzamlılar için biriktirilen bağışlarla bu bakımhaneler öteki hastalık sahiplerine de bakabilecek ölçüde ekonomik açıdan gelişmiştir. IV. yüzyılda cüzzam bakımhanesi Konstantinopolis’te Zodicus adlı bir cüzzamlı vasıtasıyla inşa edilmişti (Nikiforuk, 2000, s.49-146). Cüzzamın yaygınlaşmasıyla Katolik kilisesi hastaların hayır dualarını almaları ve Hz. İsa’nın rızası için varlıklı asillere bu hastaneleri kurmalarını teklif etti (Aydın, 2006, s.95-104). Cüzzam hastaları eskiden kent surlarının ötesinde sıradan ahşap evlerde hayatlarına devam ederken devamında manastır görünümünde yerlere kilitlenmişti. XII. Yy.’dan sonra belirli bir hastane çeşidi oluştu. Bu yerlerin gereksinimleri kilise vasıtasıyla tedarik ediliyordu. Din personellerinin idare ettiği ve köylerde konuşlandırılan bu mekanlara cüzzam ihtimali olan bütün kişiler hapsediliyordu. Bu ihtimalle kapatılanlar ilkin hastalıklarına karar verilmesi hususunda takip edilmekteydi. Takip etme işi en başta kilise bir dahaki adımda da şehir idaresinin oluşturduğu tıbbi komisyon yoluyla yapılırdı. Fakat nihai kararı kentteki yüksek kıdemli papaz belirlemekteydi (Niedermeier, 1982, s.76-85). XIII. Yy.’da cüzzama karşı Avrupa’da 220 tanesi İngiltere’de ve İskoçya’da, 2000 tanesi de Fransa’da olarak toplamda 19000 cüzzamlı bakımevi kurulmuştu (Garrison, 1929, p.178-192). 1871 senesinde Hansen’ın keşfettiği Mycobacterium laprae adlı mikroorganizmasının sebebiyet verdiği cüzzam, Avrupa’da XV. Yy.’da yok olmuştur (Ponting, 2008, s.242-266).
Bu dönemlerde insanların başına bela olan en önemli salgın hastalıklardan birisi de frengiydi. Frengi hastalığının ilk olarak hangi dönemde gözlemlenmeye başladığı tam olarak bilinmemektedir. Doğu ülkelerinde, hastalığın geçmişten bu yana bulunduğu varsayılırken Batı’da Avrupa’ya Amerika’dan taşındığı konusunda ortak bir yargıya varılmıştır. Bu kuram açısından Frengi, Avrupa anakarasına 1493 senesinde Christophe Colomb ve tayfasının Batı Hint Adaları’ndan Haiti’ye ilk gidişleri ile taşınmıştır. Hastalık bundan sonra 50 sene süresince bir salgına sebep olmuştur. Colomb’un oğlu Ferdinand’ın, 1509 senesinde kaleme aldığı biyografide, Haiti adasında salgın halinde bulunan bu rahatsızlığın babasının ekibinde de tespit edildiği aktarılmıştır. İspanyollara geçen hastalığın subaylar vasıtasıyla tüm Avrupa’ya dağıtıldığı iddia edilmektedir. Tıp doktoru ve şair olan Girolamao Fracastoro, 1530 senesinde kaleme aldığı Syphilis sive morbus gallicus ismindeki şiirinde, syphilus sözcüğü vasıtasıyla hastalığı ilk kez tanımlamıştır. (Schreiber, 1987, p.11, 57). Rahatsızlığa, ihtimal dahilinde olan kaynağına uygun ad tanımlanmaktaydı. İspanya’da “Hispanola hastalığı”, Napoli’de “İspanyol hastalığı” ve “Fransız hastalığı”, Fransa’da ise “İtalyan hastalığı” biçiminde tanımlandırılmıştı (İncedayı, Pektaş, s. 1-6). XV. Yy.’da fahişeliğin yaygınlaşmış olması sebebiyle Avrupa’da bu hastalık yaygınlaşma fırsatı edinmişti (Aydın, 2006, s.95-104).
XIII. yy.’da Romalı insanların hamam adeti Avrupa’da popülerdi. Halka açık hamamlar hem temizlenilen, hem vakit geçirilen, hem de kişilerin fuhuş yaptıkları mekanlardı. Fakat frenginin yayılması akabinde kişiler hasta olma endişesiyle hamama ayak basmak konusunda cesaret gösteremedi, bu mekanlar XV. Yy.’dan sonra mühürlendi (Atabek, Görkey, 1998, s.196-198, 231-238). İsviçre ve Almanya hastaların hanlara ve halka açık hamamlara ayak basmasına yasak getirmişti. Paris’te frengili yabancıların kentten gitmeleri, gitmedikleri takdirde infaz edileceklerini duyurmuştu. Doktorlar veba ve öteki salgın hastalıklarda uyguladıkları gibi bu hastalığın bakımından da kendilerini uzak tuttular. Doktorlar “bedenin en adi ve utanılacak bölgesinde meydana gelen” bir rahatsızlıkla uğraşamayacaklarını bildirerek frengilileri tedavi etmediler. Frengililerin bakımı ve tedavisi kuaförler, cerrahlar, kalpazan doktorlar, gerçek olmayan ilaç ve civa tacirleri yoluyla gerçekleştirildi. Cüzzam, uyuz benzeri cilt rahatsızlıklarında uygulandığı sebebiyle frengi tedavisinde de civayı merhem veya buharından faydalanarak tatbik ettiler. 1550 yılında frengi önemli ölçüde dünya topraklarını terk etti (Nikiforuk, 2000, s.49-146).
Son olarak yine bu dönemlerde ortaya çıkan diğer salgın hastalıklara değinilecektir. Çiçek hastalığı VI. Yy.’da Avrupa ve Yakındoğu’da yaygın olan bir rahatsızlıktı. Çağın bitiminde Arabistan’da görülen salgın Avrupa’da da yaygınlaşıp, 570 senesinde İtalya ve Fransa’da, 581 yılında Tours’da ortaya çıkmıştır. “Pestilentia Faucium’’ ismiyle tanımlanan bu rahatsızlık, aynı senelerde Roma İmparatorluğu’nda da bir salgına sebebiyet verdi. Fransa’da ve İtalya’da zarara sebebiyet veren Asya ve Afrika kökenli hastalığın XI, XII ve XIII. Yy.’da Avrupa’da gerçekleştirdiği salgınların sebebi Filistin’den geri gelen Haçlılar ve İsevi hacılardır. Genellikle kızıl, suçiçeği ve frengi ile benzerliği dolayısıyla karıştırılmıştır. Epeydir bir çeşit kendinden bağışıklığı olan genetik açıdan sağlıklı insanların çiçek hastasının deri döküntüleri ile suni biçimde hastalandırıldığı metodu; Çinliler, İranlılar, Doğu Afrikalılar ve Hint toplumlarının kullanmasına rağmen Avrupalı doktorlar bu metodu uygulamamışlardır (Eren, 1996, s. 214-215, 224, 420-439). IX. Yy.da rastlanan St. Anthony rahatsızlığı – ergotism, bir başka deyişle kutsal ateş, el ve ayaklarda ağrılara neden oluyor, sonucunda bu organlar kangren oluyor ve hastanın ölmesine sebep oluyordu (Lewis, 1998, s.60-65). Çiçek, 922 senesinde Fransa’da 40000 insanın yaşamını yitirmesine sebep oldu (Ponting, 2008, s.242-266). 1128-1129 senelerinde Almanya, Fransa ve Hollanda’ya etki eden salgına sebebiyet veren rahatsızlık, kaynaklarda anlatılanlar uyarınca 857-1486 seneleri arasında 37 salgına neden olmuştur (Eren, 1996, s. 214-215, 224, 420-439). Rahatsızlık, bitkilerin ekimi ve stoklanması esnasında mekanın neminden ötürü tahıllardan, bilhassa çavdardaki mantardan ortaya çıkıyordu (Ponting, 2008, s.242-266). Ortaçağ’da kitlesel histeriler deneyimlenmişti. Dance Maniaque adıyla tanınan bu vakanın, kolektif konvensiyon histerisi kanısına varılmıştır (Arda, 1997, s.60-78). Kent merkezlerinde el ele tutuşan erkek, yaşlı, kadın, çocuklar takatleri kesilinceye değin dans figürleri sergilerlerdi (Atabek, 1998, s.196-198, 231-238). Dancing mania salgınlarına XIV. – XVI. Yy.lerde rastlandı (Arda, 1997, s.60-78). Bu rahatsızlık Belçika, Almanya, Lüksemburg, Hollanda ve kuzey Fransa’yı etkiledi (Lewis, 1998, s.60-65). Ortaçağ’da delilik bir rahatsızlık sayılmamaktaydı. Bu rahatsızlığın sebebi kişilerin şeytanlar ve cinlerin etkisinde olmasıydı. Bu halleri hastalık sayılmadığından bu kişilere din görevlileri bakıyordu. Dua okunan, kutsal su dökülen, sihirlenen bu insanlar sonunda iyi olmazlarsa ateşe verilirdi (Atabek, Görkey, 1998, s.196-198, 231-238). İngiltere’ye nüfus eden İngiliz terleme ateşi hastalığı 1485 senesinde Bosworth Meydan Muharebesi sonrası gün yüzüne çıktı. Günler sonrasında ölüme sebebiyet veren bu rahatsızlık çoğunlukla çocuk yaşta insanlar ve yaşlı konumundaki kadınlardan ziyade kuvvetli erkeklerin ölmesine neden oluyordu. Günümüz dönemlerinde bir çeşit tifüs olarak tespit edilen rahatsızlığa, ikinci kez 1507-1517 yıllarında rastlandı ve 1529’da meydana getirdiği salgın bütün Avrupa’ya etki etti. Kuzey Avrupa’da terleme hastalığına neden olduğu salgının ertesi aniden yok oldu (Lewis, 1998, s.60-65). İvedikle farklılaşan virüsün öteki tiplerinin oluşmasına sebebiyet veren grip, 1173-1427 senelerinde İngiltere, Hollanda, Almanya, Fransa ve İtalya’da salgınlara sebebiyet vermiştir (Eren, 1996, s. 214-215, 224, 420-439). Atmosfer aracılığıyla bulaşması sebebiyle kolaylıkla yayılım gösteren rahatsızlık, 16. Yy.’da ve devamında da salgınlara sebebiyet verdi (Ponting, 2008, s.242-266). Tifüs tipinde salgınlar geçmişte her zaman çatışmalar, yokluklar ve çöküşler esnasında gerçekleşmiştir. Orta çağda da su ile temizlenme adeti olmadığı için bütün insanlar kirli ve bitliydi. İspanyolların vücutta meydana getirdiği mor izler ve lekeler sebebiyle “tabardillo” ya da “küçük perde” diye isimlendirdiği tifüs bakterisi, Kral Ferdinand Kurtuba’nın etrafını çevirdiğinde 17000 askerin vefat etmesine sebebiyet vermişti. Skorbüt hastalığı, Ortaçağ döneminde Haçlıların epeyce acı ve sancı çektiği rahatsızlıklardan birisiydi. Bilhassa 1500-1800 seneleri arasında binlerce kişinin ölmesine sebebiyet vermiştir (Eren, 1996, s. 214-215, 224, 420-439). Yavaş gelişen fakat tesiri yüksek olan skorbüt hastalığı, bilhassa 1600’lü yılların ardından uzak deniz seyahatlerine koyulan gemicilerde epeyce rastlanmış bir hastalıktır (Ponting, 2008, s.242-266).
Orta çağ süresince Avrupa’da yaşayan kişiler söz konusu birtakım epidemik hastalıkların meydana getirdiği pandemilerle uğraştılar. Salgınlar, popülasyon düşüşüyle beraber iktisadi ve sosyal olarak toplumda yüksek oranda bir zarara sebebiyet verirken; bulaşma düşüncesinin gelişimi, halk sağlığı dalında birtakım politikaların belirlenmesi ve bakım servisleri sağlayan kuruluşların oluşturulması gibi hususlarda koruyucu bakım ve sağlık servislerinin ilerlemesine ilişkin eylemlere de vesile oldu.
Salgınların Sosyal Hayata Etkileri
Ortaçağ’da salgın hastalıkların hangi kaynaktan meydana geldiği suallerine yöneltilen cevaplar, Ortaçağ Avrupa’sının iktisadi politikasına ve genel çerçevede ahlak kurallarına uygunluk göstermekteydi. Salgınların hakiki sebebini hiçbir kişi bilmiyor olsa da Avrupalıların ekseriyeti meydana geliş nedeninin tanrısal olduğu yönünde inançları vardı. Çoğu aristokrat kiliseyle aynı fikirdeydi. Bu düşünce doğrultusunda “Tanrı, kişilerin günahları yüzünden insanlara ve dünyaya ceza veriyordu.” Kilise, salgınları yaygın ahlaksızlığın karşısında Tanrı’nın cezası biçiminde ifade ederken, aristokratlar, kırsal kesimde yaşayanların isyankarlığının hastalığa sebebiyet verdiğini bildiriyorlardı (Atabek, 1977, s.36). Yıldızların etkisini salgınların nedeni şeklinde düşünenlerin yanısıra, salgınları günahlardan ötürü Tanrı’nın reva gördüğü adaletli bir ceza şeklinde düşünenler de vardı (Huberman, 2010, s.61).
McNeill, salgınların meydana getirdiği ilk şokun sosyal yaşantı üzerindeki sonuçlarının hedonizmden gizemciliğe giden bir çeşitlilik ortaya çıkarttığını ifade etmektedir. Salgınların sebebiyet verdiği dehşetli sarsıntı sebebiyle Tanrı’nın cezası ve kişilerin günahına mukabil bir bela biçiminde düşünülmesi, birtakım kişileri hiç değilse sonsuz ve sınırsız bir şekilde hayatlarını devam ettirmeye yönlendirirken, öteki kısmını da öbür uca, inzivaya çekilmeye zorlamıştı (Çıpa, 1995, s.20). Avrupa’nın birçok şehrinde yaygınlaşan kati ölüm düşüncesi, sosyal yargıları dehşetli bir biçimde etkilemişti. Salgınların çok yoğun yaşandığı Floransa’da da toplumun bir bölümü hedonist arzuların kuyruğuna takılmıştı. Bu insanlar hastalıklar kendilerine ulaşıncaya dek limitsizce israf ederek alkollü içecek tüketiyorlardı. Becchini adıyla tanımlanmış bir topluluk ise buhrandan faydalanarak vahşet içeren eylemlerde bulunuyorlardı. Avam halk tabakasına ait olan erkek bireylerin meydana getirdiği bu topluluk, öteki kişilerin ifa edemeyeceği işleri yürütüyorlar, salgından telef olanları uzak lokasyonlara götürüyorlar, öteki kişilere de tecavüz ve taciz edip, gasp ediyorlar ve dahası onları infaz ediyorlardı. En vicdansızca işledikleri suç, ölüleri taşımak amacıyla ölünün aile bireylerinden rüşvet istemeleriydi (Kohn, 2008, s.126). İlahi bir ikaz ve büyük bir ceza olduğu düşünülen salgınlara yönelik insanlar, Tanrı ile mesafeleri azaltacak araçlar bulmaya çalışıyorlardı. Salgınlar sonunda umarsız hale gelen insanlar; büyü ve efsunların ötesinde din erbaplarından da destek alıyordu. Avrupa’nın çoğu kentinde belediye doktorları, ölü taşıyıcılar, mezar hazırlayıcıları, evlerin güvenliğini sağlayanlar ve tütsücülerden meydana gelen bir topluluk, salgınlarla başa çıkmak amacıyla ticareti men etme, hasta insanları toplum dışına atma, ölüleri defnetme, evleri dezenfekte etme, sokakları duvarla çıkmaz hale getirme, işbirliğine yanaşmayanları tutuklama ve eziyet etmeyle evleri ateşe verme hakkına sahiptiler. Ancak bu işlerin birçoğu yapılamadı (Nikiforuk, 1991, s.85). Avrupa’da yaşayan topluluklar kiliselere sığınırken Afrika’da da kişiler ibadet yerlerine akın ediyorlardı. İslam inancında olanlar Kur’an-ı Kerim, Museviler Tevrat, İseviler ise yine kendi kutsal kitaplarıyla Tanrı’ya yakarıyorlardı, büyük ve küçük herkes Tanrı’ya dua ediyordu (Dunn, 2008, s.270).
Demografik yapı ve yoğunluk nicel bir konudan ziyade, sosyal, politik, iktisadi ve kültürel kavramlarla eşleşmekteydi. XIV. asrın ilk dördünde rastlanan büyük yokluk, salgınlarla da bütünleşince Avrupa ve dünya tarihinde eşsiz bir popülasyon düşüşü olmuştur. 1315’ten 1317’ye dek Avrupa’nın bütünü harabeye döndüren büyük kıtlık, geçmişe nazara bütününden çok yıkıma sebebiyet vermiştir. Ypres’le alakalı bugüne dek aktarılmış enformasyonlar bunun içeriğini tahmin etmemize imkan tanımamaktadır. 1316 senesinin mayısından başlayarak ekim ayı ortasına dek şehir idaresi 2794 ölünün defnedilmesi için talimat vermiştir. Şehirde yaşayanların büyük ihtimalle 20.000 kişiden çok olmadığı düşünülürse, bu önemli bir miktardır. 30 sene sonrası yeni salgınlar, bir diğerinden hala tam kendini sıyıramamış olan dünya halklarının üzerine aniden çökmüştür. Bunun akabinde uzun zaman sürecek bir enflasyon dönemi dünyanın ekonomik dengesini alt üst etmiştir.
Salgınların İktisadi Hayata Etkileri
Salgınların öldürücü sonuçları beşeri ve sosyal yaşama yaptığı ağır yıpranmalarla sınırlı kalmamış, iktisadi politikaya da önemli derecede tesir etmiştir. İktisadi ve politik yaşamda ciddi kavramsal değişiklikler meydana gelmiştir. Salgınlar, Orta çağ topluluklarında hayatı bütün açılardan değiştirdi. Yerle bir edilen ilk kurum derebeylik olmuştu. Kırsal kesimde yaşayanların kitlesel ölümleri emek azlığına sebep oldu ve istihdamı artırdı. Korkan mülk sahipleri ücretleri yüzde yüz artırdılar. Topraklarını iki ya da daha çok parçaya bölerek öncesinde bir ömür emeğine sahip olduklarını kabul ettikleri kişilere kiraya verdiler. Kırsalda yaşayanlar, daha kaliteli çalışma şartlarını elde etmek amacıyla seslerini yükselttiler. (Huberman, 1976, s.65-67, 86-87). Salgınların ertesinde emek piyasası, kırsal topluluklarla mülk sahipleri arasındaki ananevi saygıyı yok etti. Popülasyonun düşmesi, Avrupalı tacirleri öteki kıtalarda yeni alıcılar aramaya ve bulmaya sevketti. Anakaranın düşen popülasyonu ve bozunan pazarları, girişimcileri yeni ticaret bölgeleri ve müşteriler bulmaya itti. Emek gücü derebeyliğin hakimiyetinden kurtularak pazarlığa oturabilecek bir hale geldi. Bir emek pazarı meydana gelmeye başladı. Birtakım branşlarda iş gören operatör miktarında düşme ve endüstri ürünlerine olan istekte yükseliş, saatlere, plan ve programlara farklı bir ehemmiyet kattı. Salgınların akabinde, Brandenburg’da yaşamaya devam edebilen operatörlerin ücretleri o kadar fazlaydı ki bir ayda sekiz gün iş görerek geçimlerini sürdürebiliyorlardı. Birtakım Hollanda yerleşkelerinde ise tekstil operatörlerinin miktarı öylesine azdı ki ne zaman çalışacaklarına kendileri karar veriyorlardı (Nikiforuk, 1991, s.79). Operatör aylıklarının yükselmesinin ötesinde kilisede de moral değerler yok olmaya başlamıştı. Aile bireylerinin vefatıyla beraber, aile kurumu da yozlaşmaya başlamıştı (Kohn, 2008, s.103). Toprağa endeksli iktisadi eylemlerin sınırları ve yöntemleri farklılaştı. Kati toprak sahipliğine dayanan zenginlik oluşturan tarım işlerine bağlı değer sahipliliğinin tarafı ve içeriği farklılaştı. Köylerde ise toprak işleriyle uğraşanların ortadan kalkması, dramatik sonuçlara sebep oldu. Az sayıda köylü, çok sayıda ot ve çok otla beslenen anlamına geliyordu. Serbestçe gezinen sahipsiz hayvanlar ivedilikle arttılar. Kırsal kesimin hoşuna gidiyordu, hayvanlara eskisine nazaran az bakım gerekiyor, önemli bir gelir elde ediyordu; ilaveten yemek olarak da kullanılıyordu (Nikiforuk, 1991, s.79).
İnsanların eylemlerinin anormal sonuçlara sebep olmasından en fazla tesir gören kesinlikle ekolojik dengedir. Salgınların sebep olduğu insan eylemlerinin engellenmesi, doğanın doğal temposuna kavuşmasını sağlamıştır. Salgınlar öncesi derebeylik usülü üretim şeklinin yoğunlaşma evresi doğal çevreyle alakalı sınırlarına ulaşmıştı (Flinn, 1987, s.25). Salgınlar, Avrupa’nın talan olmuş ormanlarına toparlanma ve yenilenme olanağı sağladı. Avrupa halkları, 1200 senesine kadar öylesine fazla sayıda ormanı talan etmişlerdi ki anakara hemen hemen çöl gibi olmuştu. 1300’lü yıllardaysa odun yokluğu o kadar önemli bir hale gelmişti ki ağaç kesmenin cezası ölüm olmuştu. Salgınlarla beraber ağaçlar tarla ve otlaklara bir daha yayılmış, toprak nefes alıp düzelmişti. Salgınlar tarım dışı iktisadi eylemlerin yürütüldüğü şehirlerin yaşam akışını tamamen değiştirmiş, şehirlerin ayakta kalmasının tarım faaliyetlerine bağlı olduğuna karar verilmiş, salgın hastalıkların uğramadığı şehirler bile hastalıkların sosyal ve iktisadi bölgelerde sergilediği yıkımları şiddetli bir şekilde duyumsamışlardır. Floransa’da dükkan ve üretim tesisleri kapatılmış, fiyatlar yükselmeye başlamıştı. Birtakım hekimler ise bakım sonunda aşırı bir miktar para talep ediyorlardı. Bu sebepten, çoğu Floransalı salgınlar gelmeden eksik beslenme yüzünden vefat etmeye başlamıştı. Bu sebepten ötürü, salgınların en korkunç halinin Floransa’da görüldüğü ifade edilmektedir. (Kohn, 2008, s.126). Nüfusun azalması bir yönden besin ürünlerine yönelik isteği düşürmüş, kiraların ve fiyatların azalmasına sebep olmuştu. Böylece, birtakım lüks ürünlerin fiyatları yükselirken lokal ve bölgesel alım – satım volümünü düşürmüştü (Clark, 2009, s.34).
Mecburiyerlerden ötürü iktisadi eylemlerdeki farklılaşmanın yönü yeni parametlerin oluşmasına, böylece farklı sosyal, politik ve iktisadi faaliyetlerin artmasına temel olmuştur. İngiltere’de meydana gelen endüstri reformu, İngiltere’nin dokumacılıktaki merkezde konuşlanmasının devamı tasasından kaynaklanmıştır. İngiltere’nin dokumacılıktaki merkezde olması, daha çok salgınlardan geriye kalan tarımsal ve kırsal bölgelerde önceki zamanlardan bu yana var olan koyun besiciliğinin bu kez asli bir eylem durumuna gelmesinden doğmuştur.
Salgınlar doğası itibarıyla yaygın hastalıklar olsa bile sadece olağan ölümler, kitlesel felaketler meydana getirmemiştir. Salgınlar orta çağ dünyasında sosyal yapının revize olmasını sağlamış, efendi/köylü ve kira ödeyen/emekçi vb. insanlar çerçevesinde toprak ve mülk sahipliği kavramının sistematize ve revize olmasına yol açmıştır. Üstelik, böylece para/emek bağlantısı da yeniden değerlendirilmiştir (Kohn, 2008, s.32).
Sonuç
Ortaçağ süresince dünya ülkelerinde bireyler epidemik hastalıkların meydana getirdiği pandemilerle uğraştılar. Salgın hastalıklar, popülasyonda azalışla beraber iktisadi ve toplumsal yönden sosyal yaşamda ağır bir bozunmaya sebebiyet verirken; bulaşıcılığın engellenmesi düşüncesinin yayılması, halk sağlığı branşında farklı politikaların tesis edilmesi ve bakım servisleri sağlayan kuruluşların oluşturulması gibi husularda koruyucu bakım servislerinin yaygınlaşması amacıyla atılan adımlara öncülük yaptı. Üstelik, bireyler artık din yetkililerine inanmamaya ve eskisinden geç evlilik yapmaya başladılar. Ailelerin soyun ve insan gücünün devam etmesi yönündeki endişeleri ile daha çok çocuk sahibi olma arzusu arttı, üç çocuğun mikroorganizmalar tarafından öldürüleceğinin bilincinde olmalarından ötürü aşağı yukarı beş çocuk yaptılar.
Salgınlar, bireylerin tabiat hususundaki fikrini de değiştirdi. Eskiden saygı gösterilen tabiat, artık varlığından endişe duyulan ve savaşılması gereken bir varlıktı. Bilim insanları, doktorlar, iktisat uzmanları ve kaşifler asırlardır kendilerini, toplumun ilerlemesine mani olacak tabiat güçlerini ortadan kaldırmaya ya da doğanın etkilerini azaltmaya adadılar. İnsanoğlu motorlar, demiryolları, antibiyotikler, barajlar ve atom bombaları aracılığıyla tabiatla mücadele etti. Günümüzde, tabiat karşısında böylesine mücadele eden bireyler, nükleer kış, global ısınma ve doğa kaynaklarının kirlenmesi gibi gözdağı veren unsurlarla muvacehe halindedir.
Bibliyografi
- Feda Şamil Arık, 1990, Ankara Üniversitesi Tarih Araştırmaları Dergisi, s. 27
Selim Kaya, Rahime Kıyılı, 2009, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, s. 412 - Kemal Özden, Mustafa Özmat, 2014, İdealkent Dergisi, s. 60-87
- Spielvogel, 2009, Cengage Learning – USA, s. 232
- Slavicek, 2008, Infobase Publishing – USA, s. 20
- Hays, 2010, Rutgers University Press – USA, s. 37-38
- Garrison F H. An Introduction to History of Medicine. W.B.Saunders Company, 1929, p.178-192
- Niedermeier H. Soziale und rectliche Behandlung der Leprosen. Aussatz Lepra Hansen Krankheit. Ein Menschheitsproblem im Wandel. Kataloge des Deutschen Medizinhistorischen Museum Ingolstadt, 1982, s.76-85
- Eren N. Çağlar Boyunca Toplum Sağlık ve İnsan. Ankara, 1996, s. 214-215, 224, 420-439
- Nikiforuk A. Mahşerin Dördüncü Atlısı. Salgın ve Bulaşıcı Hastalıklar Tarihi. Çev: S.
- Erkanlı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s.49-146
- Tıp Tarihi. Ed: P. Lewis, Çev: N. Güdücü, Roche, 1998, s.60-65
- Aydın E. Dünya ve Türk Tıp Tarihi. Güneş Kitapevi, Ankara, 2006, s.95-104
- Ponting C. Dünyanın Yeşil Tarihi. Çevre ve Büyük Uygarlıkların Çöküşü. Sabancı Üniversitesi, İstanbul, 2008, s.242-266
- Schreiber W, Mathys F K. Infectio. Infectious diseases in the History of Medicine. Roche, 1987, p.11, 57
- İncedayı CK, Pektaş C. Modern Sifiloji, Teşhis ve Tedavi. İstanbul, İstanbul Üniversitesi Yayınları, No.376, 1-6
- Atabek E M, Görkey Ş. Başlangıcından Rönesansa Kadar Tıp Tarihi. İ.Ü. Tıp Fakültesi Yayınları. İstanbul, 1998, s.196-198, 231-238
- Arda B. Batı Orta Çağı’nda Hastalık Kavramı. Güneş Kitapevi, Ankara, 1997, s.60-78
- Huberman, Leo. Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İstanbul: Bilim Yayınları, 1976
- Huberman, Leo. Feodal Toplumdan Yirminci Yüzyıla, İstanbul: İletişim Yayınları,10. Baskı, 2010
- Çıpa, H. Erdem. “McNeill’in “Salgınlar ve halklar”ı Üzerine Düşünceler.” Toplumsal Tarih, S. 22, C. 4, Ekim 1995, 17-22
- Kohn, George Childs (ed.). Encyclopedia of Plague and Pestilence: From Ancient Times to the Present, Third Edition, New York: Infobase Publishing, 2008
- Ross, Dunn, E. The Adventures of Ibn Battuta. Berkeley: University of California Press, 2005
- Flinn, M.W. “Avrupa ve Akdeniz Ülkelerinde Veba.” Tarih ve Toplum , İstanbul: İletişim Yayınları, S. 39, Mart 1987
- Clark, Peter. European Cities and Towns 400-2000, New York: Oxford University Press, 2009